Kuzguncuk'ta bir dal buldum ona tutundum
Can Yücel'in dediği gibi Waldorf Kuzguncuk'ta bahçesinde zeytin ağacı olan gölgesinde çocukların özgürce oynadığı bir imece evinde ete kemiğe büründü.
“En büyük çabamız, yaşamlarına amaç ve yön verebilen özgür insanlar geliştirmek olmalıdır. Hayal gücü ihtiyacı, hakikat ve sorumluluk duygusu – bu üç güç, eğitimin can damarlarıdır.” Rudolf Steiner
Avusturyalı bilim insanı, filozof ve sosyal reformcu Rudolf Steiner tarafından yaratılan Waldorf pedagojisi, insanı araştırmayı temel alan ve insanın yaşla değişen fiziksel, zihinsel ve duygusal gelişimini en ince ayrıntısına kadar göz önünde bulundurularak tasarlanmış olan bütüncül bir pedagojidir. Son dönemde nöroloji, tıp ve psikoloji alanındaki en yeni araştırmalardan çıkan bulgular da bu 100 yıllık pedagojiyi daha fazla desteklenmektedir.
BÜTÜNCÜL EĞİTİM
DÜŞÜNME, HİSSETME, HAREKET
Waldorf Pedagojisi, çocuğun bilişsel, duygusal ve duyusal gelişimine bir bütün olarak yaklaşır ve çocuğun bütüncül sağlığını, iyiliğini amaç edinir. Bilişsel zeka, duygular ve duyular birbirinden ayrı çalışan yapılar değildir. Birbirine temel oluşturan bu basamakları hızlandırmak ya da bazılarını atlamak, çocuğun bütüncül iyiliği, gelişimi, ömür boyu öğrenme ve sürdürülebilir başarısı için risk oluşturur. Waldorf Pedagojisi, bilişsel zeka gelişimi için kritik olan duygu ve duyuları, genç insanın gelişim sürecine uygun doğru sırada ve tam gelişim göstermesine destek olacak şekilde uyaran ve geliştiren bir yaklaşımı temel alır.
KATILIMCI ve KALICI ÖĞRENME
DUYULARDAN KAVRAMLARA
Waldorf pedagojisinde akademik dersler, bilgi yükleme ve koşullandırma yöntemleriyle değil, çocuğun yaşına uygun olarak müzikle, sanatla, ritimle, bedensel olarak kavranır. Böylelikle, kısa vadeli bir bilgi olmak yerine çocuğun özümsediği, içselleştirdiği bilgilere dönüşür ve faaliyetlerine yansır. Çocuğun zihinsel ve ruhsal dünyasındaki zenginlikler imgelemler, resim, sanat, masallar, mitler, hikayeler, müzik, ritim, el işleri aracılığıyla dil, yazma, semboller, matematik gibi kazanımlara dönüşür.
ÖĞRENME SEVGİSİ
ÖMÜR BOYU ÖĞRENME
Hayatta başarı, bir sürat koşusu olmaktan çok bir maratona benzer. Okulumuzda çocuklarımız akademik konuları, ritimle, sanatla, eğlenerek işler; merakla masalların içindeki ipuçlarını bulmaya çalışır, oyun tadında öğrenirler. Ömür boyu öğrenme sevgisi ve merakın korunması eğitimimizin ana amacıdır.
“Waldorf eğitimi, pedagojik bir sistem değil, bir sanattır – insanın içinde var olanı uyandırma sanatı…” Rudolf Steiner
SANATIN GÜCÜ
Waldorf pedagojisinde sanat, akademik derslerle iç içedir. Sanat, zihin, duygu, duyu, irade gelişimimizde önemli rol oynar. Sanatsal çalışmalar çocukta neşeyi ve yaratıcılığı arttır. Neşeyle, yaratıcılıkla ders işleyen çocukta öğrenme sevgisi, coşkusu artar; katılımcı olduğu için bilgiyi içselleştirir, zor akademik konuları daha kolay öğrenir, daha kolay hatırlar. Sanat etkileşimi, problem çözme yeteneğini, yaratıcı düşünmeyi, kararlılığı, iradeyi arttırır. Hayatın her yönünde ihtiyacımız olan ve insanın en önemli yetilerinden biri olan yaratıcılık beslenir. Estetiğin bizden beslenen ve bizi besleyen iki yönlü mekanizmasıyla çocuk, zihniyle dünyasını şekillendirmeyi, güzelleştirmeyi, bunlardan da beslemeyi öğrenir.
DOĞADA ÖĞRENME
DOĞAYLA GELEN DAYANIKLILIK VE ESNEKLİK
Okulumuzda çocuklarımız, her mevsimde ve her hava koşulunda ormanlarda ve açık havada vakit geçirirler. Yapılandırılmamış ormanlardaki zorlu patikalar, tepeler, çalılar çocukların zorlukların üstesinden gelme yeteneklerini geliştirir. Açık havada oyuncaksız oyun oynamak, hayal gücü ve takım çalışması gerektirir. Çocukların etkileşimleri artar. Hayatı, farklı canlıları, başkalarını anlama ve saygı duyma kapasiteleri, merakları ve gözlem yetenekleri gelişir. Çocukların düzenli olarak doğada bulunmaları, mevsimsel şartlara ve dönüşümlere maruz kalmaları, yaşamın döngüselliğini içselleştirmelerine ve mevsimden bağımsız aktif bir yaşam sürdürebilmelerine yardımcı olur.
“Bazen bir ağaç size kitaplarda okunabileceklerden daha fazlasını anlatır.” Carl Jung
PRATİK DERSLER
İNSAN ÖĞRENMESİNİN TEMELİ
Pratik dersler, el işi dersleri, marangozluk, bahçe çalışmaları, çocuk gelişimi ile birebir örtüşen, çocuğun etkin gelişimine gözün görebildiğinin çok ötesinde katkısı olan araçlardır. Örneğin, Waldorf pedagojisinde el işine bu kadar önem verilmesi, el işinin, çocuğun el becerisini, motor becerilerini, beyin-beden koordinasyonunu, üretkenliğini, iradesini, sayma ve matematiksel becerilerini geliştiren etkin bir araç olmasındandır. El işi dersleri, kodlamanın da temelidir ve çocuğa içsel bir kodlama temeli oluşturur. Ellerimiz, zihnimizdekileri gerçekliğe, varlığa, yaratıma, hayata dönüştüren, evrimsel gelişimizde zihnimiz kadar önemli organlarımızdır.
ÖĞRENME ORTAMI
SINIFLAR
Waldorf Pedagojisinde sınıf ortamı, çocukların duyularının estetik ve düzen içerisinde geliştirilmesine yardımcı olacak şekilde düzenlenir. Steiner’a göre çocuklar çevrelerine karşı son derece duyarlıdır ve tüm duyu organlarını kullanarak çevreleri hakkında bilgi edinirler. Bu nedenle sınıftaki duvarların, mobilyaların ve malzemelerin renkleri oldukça önemlidir. Sınıf, doğal ortama en yakın şekilde doğal malzemelerle düzenlenerek çocuğun doğanın döngüsünü ve ritmini algılamasına ve yaşamasına da çalışılır. İnsan zihni ortamları, ortamlar zihni şekillendirir.
EĞİTİM SANATÇILARIMIZ
ÖĞRETMENLERİMİZ
Çocuğu biricikliğiyle merkeze alan Waldorf pedagojisinde, hedeflenen eğitimin sağlanması konusunda en önemli rehber öğretmendir. Çocuklarımız, özellikle erken dönemlerde örnek alabilecekleri, kendilerine sevgi ve şefkatle alan açan, öğrenme sevgilerini yeşertecek sağlıklı yetişkinlere ihtiyaç duyar.Bir Waldorf öğretmeninin kalbinde, her öğrencinin en yüksek potansiyeline ulaşması için yardım etme taahhüdü yaşar. Çocuğun gücüne güvenir, özüne saygı duyar.
BİRLİK
ÇOCUKLAR-ÖĞRETMENLER-AİLELER
Waldorf okullarının temeli, aileler, öğretmenler, öğrenciler ve ortak çalışanlar arasındaki karşılıklı insan iletişimi ve ilişkileridir. Aileler okul faaliyetlerine katılımcıdır, öğretmenler özerktir. Okul, çocukların bütünsel iyiliği için öğretmenler ve ailelerin işbirliği ve organik ilişkisi ile hayat bulur. Okul yönetiminin tüm süreçlerinde şeffaflık ve kapsayıcılık esastır. Öğretmen ve ailelerin bir arada olmasını sağlayan çeşitli komiteler ve etkinlikler oluşturulur (Aile akşamları, festival ve kermes hazırlıkları , ev ziyaretleri vb.).
“Çocukları saygıyla kabul edin, sevgiyle eğitin ve geleceğe özgürce yollayın.” RudolfSteiner
The long anticipated and hoped-for conference of the Georgian Youth Society Parzival took place in August. In a moving account of the event, inspired by Georgian song and myth, Nathaniel Williams reflects on thoughts about social threefolding arising from the conference keynote talks.
When I first arrived at the Goetheanum in January of this year, I re-connected with members of the Youth Society Parzival from Georgia. I had met some of them a few years earlier at one of the Youth Section’s international network gatherings. I remember that first meeting and some of our discussions about higher education and how conscious I was of the radically different tenor they brought to the conversation. Afterward, they reached out to me with their intention to create a youth conference, but this was indefinitely postponed due to public health and travel restrictions. They did not stay idle, however. When I met them again this past January, I learned that they had channeled their energy into building a small Waldorf school in the small village of Matsevani, Georgia. Members meet at this building every Friday to study together and then spend the weekend working together and running after-school programs for local children. This fall, they are launching a seminar for young people who are interested in anthroposophy.
When we met back in January, the group shared their intention to finally pull off the conference and asked if we could focus some of the Youth Section work for the year around this project. The result was the International Youth Conference “Principles of Healthy Social Life,” which took place in Matsevani from the 9th-13th of August. The main idea, theme, and structure of the conference had been well prepared before I got involved, as it had been in the works for years. There were lectures, workshops hosted by young people from around the world, a film screening of the movie “Zusammenspiel” [interplay], a screening of a movie about the building of the school in Matsevani, eurythmy exercises, outings in the countryside and village, and a concert.
The Knight in the Panther Skin
The evening of the concert, at the end of the fourth day, was cool—a welcome relief from the heat of the day—as the crowd found their seats outside the school building. About half of those gathered had walked from their houses in Matsevani. The others had come from further afield to attend the conference. The choir gathered on the porch and, in half silhouette, backlit by a few lights, they shared from the treasury of Georgian song. There were songs of love, of war, and of ancient liturgical celebration. The melodies emerged in the dusk, as they have for centuries, shaping and inhabiting the soul.
A few kilometers away, in a larger village, evening was swallowing the giant industrial ruins of the collectively planned society of the Soviet Federation. Industrial infrastructure and giant warehouses, blurred by the vegetation creeping over them, testified to the power of the elements and abandonment. They were disappearing in a double shadow—of night and of the receding remains of six decades of communism. In nearby fields, haystacks were piled up in a manner only known in the West through the paintings of Monet and Van Gogh. Cows wandered, sometimes attended, sometimes not, through the street and town. As the darkness thickened in the town, the hilltops, many crowned with ancient churches, still spoke with the last colors of dusk.
The songs led everyone inward and into the night. They were images of the search for the Golden Fleece, of the great God chained to the mountains, his liver exposed, of the arrival of St. Nino and the spiritual stream of Christianity. All of these images had been evoked during the previous days, and now they played between the young people under the stars. So many shooting stars!
The poet Rati Amaglobeli had introduced many of these images four days earlier, in the opening lecture of the conference, “Georgia and Anthroposophy.” He’d begun with the story, which re-emerged again and again during the conference, of Shota Rustaveli’s The Knight in the Panther Skin—an epic poem written in Georgian in the 13th century. Many of those who’d made the pilgrimage to the conference had never heard of this poem, even though they had arrived at the Shota Rustaveli International Airport in Tbilisi.
Amaglobeli had introduced the images in broad and panoramic style, stretching over millennia, to facilitate an encounter with Georgian culture for the young people from afar. How he introduced the story and images made this possible—it was clearly a variation of the quality I had noticed years before in my conversations with the youth society and in my many trips to the Ukraine. In the West, using the word soul is “out of date,” but it is one of the best colors for this quality: the soul was thinking, and the pictures were ensouled. It was as if one could think of nothing without eternity looking over one’s shoulder. And since everything in the presence of the divine is more profound, so too, were the thoughts developed in this element. This tenor stands out perhaps most clearly for those from the West due to the contrast it evokes. After reading Dostoyevsky’s Crime and Punishment, Saul Bellow reflected on the immediate charismatic appeal of Russian literature, “Their conventions allow them to express freely their feelings about nature and human beings. We have inherited a more restricted and imprisoning attitude toward emotions … We lack the Russian openness. Our path is narrower.”
The poem opens with a hero, Avtandil, and his king on a hunt that is interrupted by a mysterious knight, beautiful to behold, dressed in a panther skin. Avtandil and the king set out with a host of warriors in pursuit of this knight and find him doubled over in sorrow, weeping violently, with no interest in them, totally consumed by some sublime despair. He kills the small army sent to pursue him without effort and disappears. He is the great Tariel. Avtandil sets out to discover who this man is, unable to wed his beloved until he fulfills this task. Thus the epic tale begins.
The broad arcs and characterizations by Amaglobeli turned the hunt into a search for the divine. Tariel, the sublime spiritual seeker. Amaglobeli suggested it contains a nascent Georgian form of anthroposophy, one that includes the Platonic spiritual orientation of Georgia that, according to Amaglobeli, has much to learn from the Aristotelian influences of middle Europe and anthroposophy in particular.
As these imaginations unfolded under the open sky in an outdoor lecture hall, Amaglobeli turned to the more recent history of Georgia. He spoke of the famous Georgian writer Konstantine Gamsakhurdia (1893-1975), who had attended lectures of Rudolf Steiner and had testified on a radio interview during Soviet rule, at a time when such interests could lead to arrest or worse, that one of his greatest inspirations was anthroposophy. The son of this writer, Zviad (1939-1993), went on to become one of the most well-known dissidents during the Soviet era in Georgia, founding the Helsinki Watch Committee with his spirit brother Merab Kostava. These two friends, Zviad and Merab, worked on some of the first translations of Rudolf Steiner’s works into the Georgian language. They explored the connections between anthroposophy and the mysteries and culture native to Georgia. And they signed their letters to one another: Avtandil and Tariel. Zviad Gamsakhurdia eventually became the first democratically elected president of Georgia after the fall of the Soviet Federation.
On that first evening, as we sat on the hillside in Matsevani, one of Zviad’s sons, Konstantine Gamsakhurdia, joined Amaglobeli. He shared his own memories and spoke of how these great stories shaped his father Zviad’s life. Konstantine has written broadly on his father’s life and translated portions of his scholarly work on Rustaveli into German. Thirty years ago, the Gamsachurdia government was sidelined in a coup, and not long after, his life was taken.
The presence of the Russian state was felt within the words of those who spoke that evening. Twenty percent of Georgian territory is currently occupied by the Russian military. For many from the West, this occupation is perhaps understood in a shallow way as a recent development. In the context of this event, a much older, more complex relationship emerged for the listeners who were visitors from afar.
All these images and impressions accompanied the songs that filled the night. For a moment, Georgia became the center of the world.
Paths to Transformation through Social Threefolding
At least half of the young people participating in the event were from Georgia, and perhaps the most intriguing parts of the event for them were the guest speakers and workshop leaders. The young organizers had scheduled five lectures in the event, each one to two hours in length. There was a deep interest on the part of the organizing team to learn from the older generation and a real intention in setting aside ample time for these lectures.
Philipp Jacobsen gave a presentation titled “The Human Organism as a Model for a Healthy Society and for Social Threefolding.” In it, he sketched out ways of looking at the human body, physiology, and psychology from a threefold perspective, as an impetus for a similar threefold view on social life, following Rudolf Steiner’s indications.
Vova Khvitia, a native of Georgia, gave a lecture titled “Historical Preview of Social Forms.” He led the participants through stories and imaginations of the mystery centers and events of Georgia, the West (Europe), and the East (Asia). This was another intriguing opportunity for those from the USA (of which there were many) to experience that the Americas were not even mentioned, with Georgia as the center of the world.
In his lecture, “An Analysis of Contemporary Social Life from the Point of View of Social Threefolding,” Gerald Häfner shared the story of the writing of the current German constitution. He spoke of how, years ago, he had suspected that the references to voting which it contains were being misinterpreted and that, in one area in particular, this had led to a disenfranchisement of German voters to draft their own proposals for legislation and bring them to a binding vote. Not only did he pursue his suspicions to discover that he was correct, but he went on to lead a movement for the expansion of direct democracy in Germany. During the presentation, the stories of the political goals of Häfner and his peers, their strategies, and ultimately, their successes stood out as moments of encouragement. Many young people in Georgia had been on the street only months before protesting the proposed “foreign agents law.”
I was invited to give the last presentation under the title “The Paths to Transformation through Social Threefolding.” Moved by what I had heard and seen, I shared impressions of the aspiration to connect heaven and earth, of Marxian communism, Christianity, and associative economics.
The imagination of a knight wearing a panther’s skin, wandering in the wilderness partially insane and burdened by a sublime sorrow, became an unexpected inspiration to explore associative economics. This great picture expanded, arcing centuries, and the giant collective industrial infrastructural ruins of the Soviet era began to shrink. How amazing to see the Marxian experiment shrink like this. Before the end of the Soviet Union, almost half of the world’s population were living in a state whose constitution was inspired by Marxian ideas. His influence is only comparable to great religious figures, though his message was explicitly secular. He wanted to unite heaven and earth by overcoming human spirituality. He wanted to make the earth into a heaven. He wanted a human spirit that was united with the earth. What strange resonances emerge when this is thought of in connection with the mysteries of Christianity. There, we also find a striving to bring heaven and earth together. The radical challenge these mysteries present is of the God that lived a human life and died a human death. The vision of the transformed earth, of the resurrected human, and the overcoming of death are prophetic imaginations of a unity of heaven and earth.
In the pre-Christian mysteries, the earth and the earthly personality cannot accommodate the divinity. One powerful example of this appears in the teachings of Buddha, where the self reaches the divine through the withdrawal from desire and attachment. This spirituality of withdrawal from the personality leads to an element of divine life, of an unbinding, of Nirvana and connection with a divine selfhood. This is the basic gesture of Platonism as well. One of the strongest impressions of Rustavelli’s poem is the dramatic and perpetual suffering that the striving Tariel experiences in his longing for his beloved (the divine). He is wandering in a wilderness clothed in the skin of the panther, which he tears and soils every day and which is combed, cleaned, and repaired at night by a servant of his beloved. We find in this image, as in Plato, that the earth and human life are necessarily sources of illusion and suffering. He is not able to inhabit the element nor to be free of it. How do these mysteries relate to the call of Marxian thought? How are the mysteries of love to transform the earth and the most basic dimension of human collective life, the economy?
Both Khvitia and Amaglobeli referred to the importance of the European mysteries for the future of Georgia. Khvitia mentioned that part of this lay in a central European ability to connect spirituality with outer, practical life: to unite heaven and earth. One of the most moving testimonies of this task can be found in the economics course Rudolf Steiner delivered one hundred years ago. Steiner developed an economics which perhaps can be understood today better than before. He foresaw the increasing global character of the economy, developing a sociology of trade that is only now being proven by recent research in the social sciences. The world economy today carries within it the potential to release a particular stream of solidarity (beyond nations, cultures, and religions) through cooperation and association. He characterized how a certain variety of love is latent right below the surface of current economic conditions and how these can be consciously taken up, releasing their potential for the good.
Today, this is not only theory but an effective and impressive fact. One example is the GLS bank, and another is the CSA movement. We find large associations of businesses and consumers who are actively working toward such a vision of economic life in the benefit corporation movement and the work of B-Lab. It is perhaps through the West that this penetration of earthly life with this particular variety of love can find its proper scale and application. It is in the re-interpretation of economics as a question of the good, as a place of solidarity and cooperation, that we see one of the greatest promises currently at work in the USA. It is an impulse that found clear articulation as part of the impulse of the independent School for Spiritual Science. It is based on a sociology wherein “true price” can emerge, a price that can lead to voluntary changes for the good, in both consumption and production, through association. It is no centralized economy, but it is also not a free market of competition.
This great question, this question of reconciling the spirit and the earth, this question of Marxian thought and of the Christian mysteries, is a question many young people carry with them today. Many will not speak about it like this. I would not have spoken about it like this had I not been to Georgia, a center of the world.
Herşey sevgili Mediş'in telefonuyla başladı. Yıl ikibinonyedi aylardan mart. Doğanın ve ruhların uyanma ayı. Nisan hep kuruluş ay olmuştur nice girişimlere.
Mediş kızı ile Nil'de oğlu ile Kuzguncuk'taki Asuman ve Gülay öğretmenin oyun gruplarına katılıyordu.
Aynı yaşlarda oğlu olan Arkadaşı Nil ile birlikte beşiktaşta bir şube açsalar ne güzel olur diye düşündüler.
Mediha sağlıklı pasta üretimi yapıyor ve beslenme ve mutfak konusunda yuvayı taşıdı. Milli okçu olduğu için hedefi yine tam onikiden vurmuştu.
Sonra Nil'in evinde yüzyüze bir toplantı yaptık,
Veli girişimleri şube olarak açılmaz siz buradaki anne babalar bir araya gelin ve Beşiktaş girişimi kurma konusunda Serdar, Nil ve Mediha ile anlaştık.
Hemen Beşiktaş'a yakın oturan velilere müjdeyi verdim. Ebru'ya girişim kurucu olmasını istedim, evi biraz uzakta ama Ebru yapar.
Girişimi ilan ettik, Serdar'ın iletişim tecrübesi çok işimize yaradı.
Akaretler yokuşundaki kafedeki Beyaz masada Özlem okulun ismi Evren gibi bir şey deyince Serdar "Her Çocuk Bir Evren" ismi çıkıverdi ağzından. Ben ve Ebru çok sevmiştik ismi.
Yedi anne baba toplantısı planladık çok güzel ve verimli toplantılar yaptık. Her birinde girişimimiz nedir ne değildiri anlattım.
Yüzyüze veli görüşmelerini okul inşaatını Ebru yönetirken ben yaptım. Menevşe annemiz denetçi olduğunu söyleyince finansal ayağımızı tamamlanmıştı.
Bir taraftan öğretmen görüşmelerine başladık. Locan Kuzguncuk'tan, Fatoş Diyarbakır'dan, Nur Boğaziçi'nden, Tuğba Eskişehir'den...
İkibinonyedi yılı Eylül ayında 35 öğrenci ile başladı girişim.
Şimdilerde Levent'e taşındı nice yıllara Evrenler...
Toprağın altında, yeraltının derinliklerinde ağaçların kökleri arasında küçük kök çocuklar bütün kış boyunca derin bir uykudaydılar. Ne ısırıcı rüzgarı ne soğuğu ne de keskin kar fırtınalarını hiç hissetmeden, sıcacık yuvalarında oyunları rüyalarında gördüler. Ah ne de harika rüyalardı onlar!
Kış sona erip de güneş karları eritmeye başladığında Toprak Ana onları tekrar uyandırmak için mumuyla birlikte çıkageldi.
‘Çocuklar uyanın.’ dedi o yumuşacık sesiyle.
‘Artık kalkma zamanı! Yeterince uyudunuz. Bahar geliyor ve yapılacak işler var. Size iğne, iplik makas ve kumaş parçaları getirdim. Böylece her biriniz kendinize yeni giysiler yapabilirsiniz. Uyanın! Hazır olduğunuzda, yeryüzüne giden kapıların kilidini açacağım.’
Çocuklar esneyip gerindikten sonra neşeyle ayağa fırladılar. Yaşasın, bahar geliyor! Toprak Ana’nın sepetinde güzel renkli kumaş parçaları vardı. Kök çocukların her biri bir elbise yapmak için kendi rengini seçti. Nergis parlak sarı renkli bir kumaş seçti, yaban gülü hafif bir pembe ve gelincik de parlak turuncu bir kumaş seçti. Sonra keyifli bir çember içinde oturdular ve harıl harıl çalışmaya başladılar. Her şeyi tam tamına uyana kadar kestiler diktiler ve ütülediler; çalışırken de bir yandan bildikleri bütün bahar şarkılarını söylediler.
Bahar geliyor, bahar geliyor, çiçekler de geliyor, gelincikler, gül ve nergisler hepsi uyanıyor!
Baharı müjdeliyor.
Yeni elbiselerini bitirir bitirmez uzun bir sıra halinde Toprak Ana’ya gittiler. Kök çocukları bu kadar çabuk karşısında gören Toprak Ana şaşkınlıkla gözlüklerinin üzerinden onlara baktı.
‘Evet evet ne kadar da hızlısınız!’ diye heyecanla seslendi ‘ve hepsi de ne kadar güzel görünüyor!’
Yeryüzünün üzerinde, ılık güneşin etkisiyle ağaçların taze yeşil yaprakları kendilerini göstermeye başlamıştı bile. Sonunda bahar gerçekten gelmişti! Toprak Ana kapıyı açtı. Sonra o güzel bahar güneşi altında kök çocuklar bir alay halinde yerden yukarı çıktılar ve ellerindeki çiçekten ve çimenden asalarla yeryüzünü rengarenk donattılar.
Parlak güneş gökyüzündeki tahtından içinde uyuyan tohumların yattığı yeryüzüne baktı.
Ve kendi kendine ‘Çiçek bebeklerin uyanıp oynama zamanı geldi.’ diye düşündü.
Altın ışınlarıyla tüm çiçek ailelerinin kapısını çaldı
Allah, hayra ve şerre uğramak, sınamak üzere Adem'i yaratmak istediği zaman, özü doğru Cebrail'e "Yürü, yeryüzünden bir avuç toprak ödünç al!" buyurdu.
Cebrail hizmete bel bağlayıp âlemlerin Rabbi'nin emrini yerine getirmek üzere yeryüzüne indi. O buyruk kulu, yere el attı. Toprak kendini çekti, çekindi. Dile gelip yalvarmaya başladı:
"Tek yaratıcı hürmetine beni bırak. Yürü git, canımı bağışla! O yüğrük atının yularını çek benden. Benden yaratılacak insan, tekliflere uğrayacak, tehlikelere düşecek. Allah hakkı için beni bırak, alma. Allah seni seçti, Lehv'deki bilgiyi sana gösterdi. O lütuf hakkı için vazgeç benden. Allah ihsanı ile meleklere hoca oldun. Daima Allah ile konuşmadasın. Peygamberlerin de elçisi olacaksın. Sen, vahiy canının hayatısın, bedenin değil. İsrafil, bedenlere can verir, sen cana can katarsın. O yüzden İsrafil'den üstünsün. O, Sur'u üfürür, bedenlere can gelir. Senin nefesin, mücerret gönüllere can bağışlar. Bedendeki canın canı, gönlün diriliğidir. Şu halde senin ihsanın, İsrafil'in ihsanından üstündür. Sonra Mikâil bedenlere biçim verir. Senin çalışmansa aydın gönlü rızıklandırır. O kile vergisiyle eteğini doldurmuştur. Senin rızkınsa kileye sığmaz. Kahır ve şiddet sahibi Azrail'den de üstünsün. Rahmetin, gazaptan fazla ve üstün olduğu gibi. Arşı bu dördü taşırlar. Sen bunların padişahısın. Hakikatte uyanıklık bakımından dördünün en yücesi ve en üstünüsün. Mahşer günü görürsün ki arşı sekiz melek taşır. O zaman sekizinin en üstünü yine sen olacaksın." demeye başladı. Bu çeşit sayıp dökmeye, ağlayıp yalvarmaya koyuldu. Çünkü o, bundaki maksadın ne olduğunu anlamış, bundan bir koku almış idi. Cebrail, utanç madeniydi. O antlar, yolunu bağladı. Yer, pek çok yalvardığı, antlar, yeminler verdiği için geri döndü. Dedi ki: "Ey kulların Rabbi! Ben senin işinde serseri değildim. Fakat aramızda geçen şeyleri, söylenen sözleri sen daha iyi bilirsin. Adlarından bir adı andı ki ey her şeyi gören Allah, o adın korkusundan yedi gökte dönmesini terk eder durur. Utandım, adından sıkıldım. Yoksa bir avuç toprak getirmek kalay bir şey Sen meleklere öyle bir güç vermişsin ki bu gökleri bile yırtar." Allah Mikâil Aleyhisselam'a; "sen yeryüzüne in de ondan aslan gibi bir avuç toprak kapıver." Mikâil yeryüzüne inip ondan bir avuç toprak kapacağı zaman yeryüzü titredi, ağlayıp sızlamaya, yalvarmaya, gözyaşı dökmeye başladı. Gönülden yalvardı, kanlı gözyaşı dökerek antlar verdi. Dedi ki: "Lütuf sahibi eşsiz Allah hakkı için ki seni, arşı taşıyan ulu melekler arasına kattı. Âleme rızık veren kilelerin memurusun. Lütuf ve ihsan susuzlarına avuç avuç su verirsin. Mikâil fizik veren kilecidir. Bana aman ver, azat et beni. Bak, kanlı gözyaşlarına bulandım da seninle öyle konuşuyorum. Melek, Allah merhametinin madenidir." Dedi ki; "Şimdi ben şu yaranın üzerine nasıl tuz basayım?" Nitekim Şeytan da kahır madenidir. Adem oğullarından bu yüzden feryat eder. Yiğidim, merhamet gazaptan fazladır, gazaba üstündür. Allah sıfatlarından lütuf, kahrın üstündedir. Kullar da onun huyundandır. O Allah resulü, o sülûk kılavuzu; "İnsanlar, padişahların dinindendir." demiştir. Mikâil, din Rabbi'nin huzuruna eli boş döndü. Dedi ki: "Ey sırları bilen tek padişah, toprak ağlayıp inledi, yolumu bağladı benim. Senin yanında gözyaşının bir değeri vardır. İşitmezlikten gelemedim. Ahın, feryadın sence yüce bir değeri var. O hukuku terk etmek elimden gelmedi. Artık ben nasıl inat edebilirdim? Kul günde 5 kere namaza gel, feryat et diye davet edilir. Allah'ımız bunun üzerine İsrafil'e; "Yürü, avucunu toprakla doldur gel!" dedi. İsrafil yeryüzüne geldi; fakat toprak ağlayıp sızlamaya başladı. Dedi ki: "Ey sûr meleği, ey hayat denizi! Ölüler senin nefeslerinle dirilir, mahşere gelir, o ovayı doldurur Ey ölüm kılıcıyla helak olanlar, dallar, yapraklar gibi topraktan baş kaldırın dersin. Senin merhametin ve o tesirli nefesin yüzünden şu âlem dirilerle dolar. Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Sen arşı taşımaktasın, ihsan ve lütuflarının kıblesisin. Arş, ihsan ve adalet madenidir. Onun altından yargılamalarla dolu dört tane ırmak akmaktadır. Süt, ebedi olan bal, şarap ve akarsu ırmakları Bunlar, arştan cennetlere giderler. Âlemde o ırmaklardan çok az şey görünür. Gerçi o dört ırmağın burada görünen cüzleri bulanıktır ya. Neden? Acı yokluk zehrinden. O dört ırmaktan yeryüzüne bir yudumcuk serptiler de bir fitnedir kopardılar. Bu suretle aşağılık kişiler onların aslını arasınlar, bunu dilediler. Fakat adam olmayanlar buna kani olup gittiler. Allah çocukları beslemek, yetiştirmek için sütü verdi, her kadının göğsünü bu süt ırmağına kaynak yaptı. Şarap ırmağını gamı defetmek, düşünceyi gidermek, insana kuvvet ve cesaret vermek için üzümden akıttı. Suyu da temizlenmek ve içip kanmak için herkese ihsan etti. Bu suretle bunları görüp, asıllarını izlemeni diledi " İsrafil'e karşı suratını ekşitti, yüzlerce şekilde yalvarıp yakardı. "Ululuk ıssı pak Allah hakkı için, bana bu kahrı helal görme. Ben bu işten bir koku alıyorum, kafama kötü bir şüphedir girdi. Sen, rahmet meleğisin, merhamet edersin. Çünkü hûma kuşu, hiçbir kuşu incitmez. Ey dertlilere şifa ve rahmet olan melek, sen de o iki kişinin yaptıklarını yap." Dedi İsrafil çabucak padişahın kapısına döndü. Özür getirdi, olanları anlattı. Dedi ki: "Ya Rabbi, görünüşte toprağı al, diye emrettin, ama içine onun aksini ilham ettin. Kulağıma toprağı al dedin, aklıma da bunun aksini emrettin. Rahmet gazaptan fazladır, üstündür. Üstün geldi, eş işleri eşsiz, örneksiz olan ve iyi işler yapan Allah!" Yüce Allah bu sefer Azrail'e emir verdi: "Çabuk git, o hayallere kapılmış toprağın halini gör! O arık zalimi bul, bir avuç toprak al gel." Kaza ve kader çavuşu Azrail buyruğu yerine getirmek üzere toprak yuvarlağına geldi. Toprak adet-i veçhile yine feryada, ant vermeye başladı. Birçok yeminler verdi: "Ey has kul! Ey arşı taşıyan, arşta da ferşte de emrine itaat edilen! Tek ve merhametli Allah'ın hakkı için git! Sana lütuflarda bulunan Allah hakkı için git. Kendisinden başka tapılanı bulunmayan, huzurunda kimsenin ağlaması, sızlaması reddedilmeyen padişah hakkı için." Fakat Azrail dedi ki: "bu efsunla gizli, aşikâr buyruk sahibi olandan yüz çevirmem ben." Toprak; "o, ilim sahibi olmayı da emretti. İkisi de emirdir. Bilgi yolu ile lütfet de o emri tut." Dedi. Azrail; "O, ya tevildir, ya kıyastır. Apaçık emirde öyle kıyasa, tevile az uy. Kendi düşünceni tevil etsen daha iyi Başka hiçbir emre benzemeyen bu açık emri tevil etmekten daha yeğ Yalvarmana içim yanıp durmada. Acı gözyaşlarından gönlüm kan doldu. Merhametsiz değilim; hatta o üç temiz melekten daha merhametliyim ben, senin derdinle dertleniyorum. Ben bir yetime tokat atsam, halim bir adam da ona tatlı bir şey verse, bu tokat onun tatlısından daha hoştur. Eyvah! Eğer o tatlıya kanarsa Feryadından ciğerim yanıyor. Fakat Allah bana başka bir lütuf öğretmede. Gizli lütuf kahırlar içerisindedir, akîkin pislik içerisinde oluşu gibi. Allah'ın kahrı, benim ilmimden yüz kat iyidir. Allah'tan canını esirgemek, can çekişmektir. Onun en kötü kahrı iki âlemin ilminden de iyidir. Onun kahrında lütuflar gizlidir; onun uğrunda can vermek adamın canına canlar katar. Kendine gel de kötü zannı ve azgınlığı bırak. Mademki Allah gel diyor, başını ayak yap da koş. Onun gel demesi insana yücelikler verir; sarhoşluklar, eşler, yaygılar bağışlar. Ben o yüce emri hiç; ama hiçbir surette tevil edemem." Dertli toprak bütün bunları duydu. Fakat o kötü zan, kulağına küpe olmuştu, ondan vazgeçmedi. Aşağılık toprak tekrar başka bir çeşit yalvarmaya, sarhoş gibi secde etmeye başladı. Azrail dedi ki: "Yeter artık! Bundan daha fazlası yok. Hem benden sana ziyan da gelmez. Ben istersen sana başımı, canımı rehin vereyim. Yalvarmayı düşünme! Artık o rahmet ve adalet sahibi padişahtan başkasına da yalvarma da. Ben emir kuluyum, emri terk edemem. Onun emri, denizden toz koparır. O kulağı, gözü yaratan Allah'ın emrinden başka kendiliğimden ne bir hayır dilerim ne de bir şer." Azrail torağı lafa tuttu, o sırada köhne topraktan bir avuç kaptı. Yeryüzünden sihirbazca bir avuç toprak aldı. Halbuki toprak sözle meşguldü, ondan haberi bile olmadı. O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı. Kaçmak isteyen, ayakları gerisin geriye giden çocuğu nasıl zorla mektebe götürürlerse öylece Allah kapısına götürdü. Yüce Allah; "Apaydın bilgim hakkı için sen bu halkın cellâdı yapacağım." buyurdu. (Mesnevi, C:5, B:1555 v.d) Anuş Gökce