(2) İnsan varlığına ruh açısından baktığımızda, vurgumuz antipati ve sempatilerin rolünü keşfetmek üzerinedir. Ancak insan varlığına ruhsal (spiritüel) bakış açısından baktığımızda, bilinç durumlarını keşfetmeye odaklanmamız gerekir. Dün, insanın içinde etkin olan üç bilinç durumunu — uyanıklık, rüya görme ve uyku — tartıştık ve uyanıklığın gerçekte yalnızca düşünsel bilişte mevcut olduğunu, rüyanın duyguda hâkim olduğunu ve uykunun ise irade (istek) alanında geçerli olduğunu gösterdik.
(3) Tüm kavrayış, yalnızca bir şeyi başka bir şeyle ilişkilendirme eylemidir. Dünyada, bir şeyi başka bir şeyle ilişkilendirmeden anlayamayız. Yöntem budur. Kendimizi bilişsel olarak dünyayla ilişkilendirdiğimizde, önce gözlemleriz.
(4) Ya normalde yaptığımız gibi duyularımızla gözlemleriz ya da kendimizi daha fazla geliştirerek, İmgelem (Imagination), Esinlenme (Inspiration) ve Sezgi (Intuition) yoluyla olduğu gibi, ruh ve ruhsal benlikle gözlem yaparız. Ancak ruhsal gözlem de hâlâ sadece gözlemdir; onu kavrayışla tamamlamamız gerekir. Çevremizdeki ve kozmostaki şeyleri birbirleriyle ilişkilendirdiğimizde anlayabiliriz. İnsan beden, ruh ve ruhsal benlik (spirit) hakkında iyi kavramlar oluşturabilirsiniz, eğer insanın tüm yaşam sürecini hesaba katarsanız. Ancak, birazdan bahsedeceğim ilişkilerde yalnızca kavrayışın ilk adımlarına sahip olduğumuzu unutmamalısınız. Bu kavramları daha da geliştirmeniz gerekir.
(5) Eğer yeni doğmuş bir çocuğu gözlemler, onun biçimine, hareketlerine, ağlama ve mırıldanma gibi kendini ifade etme biçimlerine bakarsanız, insan bedenine dair bir resim edinirsiniz. Ancak insan bedenine dair tam bir resme yalnızca onu insanın orta yaşları ve yaşlılığı ile ilişkilendirdiğinizde sahip olabilirsiniz. Orta yaşta insan daha çok ruhla, yaşlılıkta ise daha çok tinsel (spirit) olanla bağlantılıdır. Elbette bu son gözlem kolaylıkla çürütülebilir. Pek çok insan yaşlılıkta insanların yeniden akılca zayıfladığını (bunadığını) söyleyebilir. Bu itiraz özellikle materyalistler tarafından ruh ve ruhsal varlık (spirit) hakkında dile getirilir; yani yaşlılıkta insanların zihinsel olarak güçsüzleştiği savunulur. Materyalistler, Kant gibi büyük bir kişinin bile yaşlılığında akılca zayıfladığını öne sürer. Bu doğrudur. Materyalistlerin bu itirazı doğrudur, ancak onların kanıtlamak istediği şeyi kanıtlamaz. Kant, ölümün eşiğinde dururken çocukluğuna kıyasla daha bilgeliğe ulaşmıştı; fakat çocukluğunda bedeni onun tüm bilgeliğini içine alabilecek durumdaydı. Bu sayede, bilgeliği fiziksel bedeninde bilinçli hâle gelebiliyordu. Ancak yaşlılıkta bedeni artık ruhun ona sunduğu şeyi içine alamıyordu. Beden artık ruhun iyi bir aracı değildi. Bu nedenle, fiziksel düzlemde Kant, ruhunda yaşayanın bilincine varamıyordu. Yukarıda açıklanan itiraz geçerli görünse de, yine de açıkça bilmeliyiz ki, yaşlılıkta insanlar bilgeleşir, derin görüşlü hâle gelir ve ruhsal dünyaya yaklaşırlar. Bu nedenle, ruhları için bir esneklik ve yaşam gücü koruyabilmiş yaşlı insanlarda ruhsal niteliklerin ilk izlerini fark edebilmemiz gerekir. Bu tür olasılıklar vardır.
(6) Berlin’de bir zamanlar iki profesör vardı. Bunlardan biri, Michelet, bir Hegelciydi ve doksan yaşını geçmişti.3 Kendisi oldukça zeki biri olduğundan, ona fahri profesörlük verilmişti. Ancak yaşlı olmasına rağmen hâlâ ders vermeye devam ediyordu. Diğeri ise Zeller adlı bir profesördü; Antik Yunan felsefesi tarihçisiydi.4 Michelet’e kıyasla Zeller genç sayılırdı, çünkü sadece yetmiş yaşındaydı. Yine de her yerde onun yaşlılığın yükünü hissettiği, artık ders veremediği konuşuluyordu. Michelet ise buna karşılık hep şöyle derdi: “Zeller’i anlayamıyorum. Ben bütün gün ders verebilirim ama Zeller genç yaşına rağmen bunun kendisi için çok zor olduğunu söyleyip duruyor!”
(7) Ruhun yaşlılığın fiziksel varlığında kendini gösterdiği yalnızca birkaç örnek bulabiliriz. Yine de bu mümkündür.
(8) Buna karşılık, insanın orta yaşta kendini nasıl ifade ettiğine bakarsak, ruhu gözlemlemenin temelini bulabiliriz. Orta yaşlı insanlar ruhu daha kolay inkâr edebilir. Ya ruhsuz görünebilirler ya da son derece ilhamlı (esinlenmiş) bir hâlde olabilirler; çünkü ruh, insan özgürlüğü içinde var olur ve bu da eğitimi içerir. Pek çok orta yaşlı insanın ruhsuz görünmesi, orta yaşın gerçekte ruhun yaşı olduğu gerçeğini geçersiz kılmaz. Eğer bir çocuğun kıpır kıpır, bilinçsiz fiziksel doğasını yaşlı bir insanın düşünceli, sakin doğasıyla karşılaştırırsanız; bir yanda kendini özellikle ortaya koyan çocuğun bedeni, öte yanda ise bir anlamda kendi bedenselliğini geri plana atan, hatta onu inkâr eden yaşlı bir bedenle karşı karşıya kalırsınız.
(9) Bu bakış açısını ruh kavramına daha fazla uygularsak, insanların içinde düşünsel bilişi (thinking cognition), duygulanımı (feeling) ve iradeyi (willing) taşıdıklarını söyleyebiliriz. Bir çocuğa baktığımızda, çocuğun ruhsal tablosunda irade ve duygunun birbirine çok yakın bir şekilde bağlı olduğunu görürüz. Şöyle diyebiliriz: Çocukta irade ile duygu iç içe geçmiş durumdadır. Çocuk tekme attığında ya da kıpırdadığında, o anda hissettiği duyguları tam olarak yansıtan hareketleri yapar. Çocuk, hareket ile duyguyu birbirinden ayıramaz.
(10) Yaşlı insanlarda durum farklıdır. Burada durum tamamen tersine dönmüştür; yani, düşünsel biliş ile duygu iç içe geçmiştir ve irade ise bağımsız olarak kendini gösterir. İnsan yaşamının seyri, başlangıçta irade ile bağlı olan duygunun zamanla bu iradeden ayrılması şeklindedir. Eğitimde sık sık, duyguyu iradeden ayırma sorusuyla ilgileniriz. Duygu, iradeden özgürleştiğinde, düşünsel bilişle birleşir ve yaşamın ilerleyen dönemlerinde onunla meşgul olur. Çocukları ileriki yaşamlarına uygun bir şekilde ancak, duygularını iradeden başarıyla ayırmalarını sağlayarak hazırlayabiliriz. Daha sonra yetişkin olduklarında, özgür duygularını düşünsel bilişle birleştirebilirler ve böylece yaşamla tam anlamıyla yüzleşebilirler.
Yaşlı insanların bize yaşam deneyimlerini anlattıklarında onları neden dikkatle dinleriz? Çünkü yaşamları boyunca kişisel duygularını kavramlarla ve fikirlerle birleştirmişlerdir. Bize teoriler anlatmazlar; bize, düşüncelere ve kavramlara bağladıkları duygularını anlatırlar. Gerçekten duygusunu düşünsel bilişle birleştirmiş yaşlı insanların anlattığı kavramlar ve fikirler sıcak gelir kulağımıza; gerçeklikle doymuştur, somuttur, kişiseldir. Oysa yetişkinlikte bu gelişimi yaşamamış kişilerde kavramlar teorik, soyut ve kısır (verimsiz) tınlar. Bu da insan yaşamının bir parçasıdır: İnsan ruhunun yetileri belirli bir yolda gelişir; çocuktaki "duyulu irade" yaşlı insanda "duyulu düşünce"ye dönüşür ve bu ikisinin arasında insan yaşamı yer alır. Çocukları bu insan yaşamına uygun biçimde yalnızca eğitimi psikolojik olarak inceleyebilirsek hazırlayabiliriz.
(11) Dünyayı gözlemlerken, önce meydana gelen ve bütün psikoloji kuramlarının da önce geldiğini söylediği bir şeyi dikkate almalıyız: yani duyum (sensation). Duyum yaşarız, çünkü herhangi bir duyumuz çevremizle karşılaşır. Renkleri, sesleri, sıcaklığı ve soğuğu duyarız. Duyularımızın çevremizle iletişimi bu şekildedir.
(12) Duyumun gerçekte ne olduğu hakkında, psikolojide duyumun genellikle tarif edildiği şekille doğru bir fikir edinemeyiz. Psikologlar duyumdan bahsederken genellikle fiziksel bir süreçten söz ederler; örneğin, ışık titreşimleri ya da havadaki dalgalar duyu organlarımıza ulaşır ve onları uyarır. Psikologlar bu uyarımdan (stimulation) söz eder, hatta onu teknik bir terim hâline getirirler, fakat bu süreci derinlemesine anlamaya pek istekli değillerdir. Duyu organı aracılığıyla uyarım, ruhumuzda bir his yaratır — fiziksel bir süreçten doğan niteliksel (qualitative) bir histir bu; örneğin, işitme, havadaki dalgaların titreşimlerinden kaynaklanır. Psikologlar genellikle bunu söyler. Ancak modern bilimsel psikoloji, bunun gerçekte nasıl gerçekleştiği hakkında hiçbir bilgi veremez.
(13) Bu tür şeyleri anlamaya daha fazla yaklaşmak istiyorsanız, psikolojik açıklamalara başvurmak yerine duyumun doğasına dair içgörünüzü kullanarak şu soruyu yanıtlamalısınız: Duyumla en yakın ilişkide olan ruhsal güç hangisidir? Psikologlar bu tür konuları basitleştirerek, duyumu sadece bilişin bir parçası olarak değerlendirirler. Derler ki: “Önce duyarız (sense), sonra algılarız (perceive), ardından bir imge oluştururuz, kavramlara ulaşırız vs.” İlk bakışta süreç gerçekten böyle görünür. Ancak onlar duyumun gerçek doğasına hiç dikkat etmezler.
(14) Eğer yeterli öz gözlem yoluyla duyumun (sensing) gerçekte ne olduğunu gerçekten fark edersek, duyumun duyulu irade (feeling will) yönelimli bir irade doğasına sahip olduğunu görürüz. Başlangıçta, duyum düşünsel bilişle değil, duyulu irade ile bağlantılıdır. Kaç psikoloji kuramının duyumun duyulu iradeyle ilişkisini fark ettiğini bilmiyorum (tabii ki günümüzün sayısız bilimsel kuramını bilmemiz mümkün değil). Duyum iradeyle ilişkilidir demek pek doğru olmaz; çünkü duyulu iradeyle ilişkilidir. En azından bir psikolog bunun duyguyla ilişkili olduğunu fark etmiştir — gözlem yetisi oldukça gelişmiş biri: **Viyana’dan Moriz Benedikt.**⁶
(15) Elbette psikologlar bu psikolojik kuramı neredeyse hiç fark etmez. Çünkü bunda alışılmadık bir şeyler vardır.
Birincisi: Moriz Benedikt aslında bir ceza antropoloğu olarak yetişmiştir; ama psikolojik kuramlar hakkında yazmıştır.
İkincisi: Kendisi bir doğa bilimcisidir; ama eğitimde şiirin önemi hakkında yazar, hatta edebi eserleri analiz eder ve bunların nasıl kullanılabileceğini gösterir. Bu korkunç bir şeydir (!) — adam kendini bilim insanı olarak tanımlıyor ama psikologların şairlerden bir şeyler öğrenebileceğine inanıyor!
Üçüncüsü (ve en fenası): Bu kişi bir Yahudi doğa bilimcidir ve yazdığı psikoloji kitabını Viyana Üniversitesi ilahiyat fakültesinde görevli bir Katolik rahip olan Laurenz Müllner’e ithaf etmiştir.⁷ Bu üç “korkunç” (!) şey nedeniyle, “gerçek” psikologların bu kişiyi ciddiye alması mümkün değildir. Yine de, eğer psikologlar onun psikoloji metnini okusalardı, onu ciddiye alırlardı. Bu metinde, o kadar çarpıcı gözlemler bulurlardı ki, genel kuramsal sonuçlarını — Benedikt’in materyalist düşünce tarzına dayandığı için — reddetseler bile çok şey kazanırlardı. Psikologlar, Benedikt’in kitabının bütününden belki bir şey elde etmezdi, ancak özel gözlemlerinden çok şey öğrenebilirlerdi.
Bu, dünyada değerli olanı olduğu yerde bulmamız gereken bir durumdur. Eğer biri, genel eğilimleri itici olsa bile, bazı özel konularda iyi bir gözlemciyse — tıpkı Benedikt örneğinde olduğu gibi — o zaman o kişinin bu özel gözlemlerini reddetmemize gerek yoktur.
(16) İnsanlarda meydana gelen duyumlar, duyulu irade (feeling will) olarak ortaya çıkar. Bu nedenle şöyle demeliyiz: İnsan duyuları dışarıya doğru etkin olduğunda (ifade kaba kaçacaksa da şöyle diyeyim: Duyularımızı bedenimizin yüzeyinde taşırız), bir anlamda duyulu irade mevcuttur. İnsan varlığını şematik olarak çizseydik, bedenin yüzeyinde (elbette bu yalnızca şematik bir yaklaşımdır) duyuların alanı bulunduğunu ve burada duyulu iradenin yer aldığını söyleyebilirdik (bkz. Şekil 9).
Peki bedenimizin bu duyulu iradenin bulunduğu yüzeyinde, yani duyumların gerçekleştiği alanda, ne yaparız? Yarı uykuda, yarı rüyada bir etkinlik içindeyizdir — buna “rüya gibi bir uyku” ya da “uykulu bir rüya” diyebiliriz. Sadece gece değil, bedenimizin çevresel (periferik) yüzeyinde de sürekli olarak uyuruz. İnsan olarak duyumlarımızı tam anlamıyla kavrayamayız; çünkü bu duyumların meydana geldiği alanda yalnızca uykulu bir rüya hâlindeyizdir.
Psikologlar, duyumları kavramamızı engelleyen şeyin, sabah uyandığımızda rüyalarımızı açık bilince taşıyamamıza engel olan şeyle aynı şey olduğunu hiç fark etmemişlerdir.
Uyku ve rüya kavramları, normalde kullandıklarımızdan çok farklı bir anlam taşır. Günlük yaşamda sadece gece yatağa yattığımızda uyuduğumuzu düşünürüz. Oysa uyku çok daha yaygındır ve bedenimizin yüzeyinde sürekli olarak gerçekleşir. Rüyalar, bu yüzeydeki uykuya sürekli olarak karışır. Bu “rüyalar”, daha zihinsel biliş ve düşünce tarafından kavranmadan önceki duyumlardır.
(17) Çocukların irade ve duygusunu da duyularında aramalısınız. İşte bu nedenle, çocukları zihinsel olarak eğitirken onların iradesine sürekli hitap etmemiz gerektiğini bu kadar güçlü şekilde vurguluyoruz.
Çocukların gördüğü her şeye, algıladıkları her şeye irade ve duygu da katmalıyız; aksi takdirde çocukların duyumlarını inkâr etmiş oluruz.
Yaşamlarının alacakaranlık evresindeki yaşlı insanlarla konuşabiliriz, ancak onların duyumlarının zaten dönüşmüş olduğunu anlarsak. Yaşlı insanlarda duyumlar, duyulu iradeden duyulu düşünceye evrilmiştir. Bu insanlarda duyumlar artık farklı bir şeydir; daha çok düşünceye benzer, iradenin huzursuzluğuna daha az benzer. Yani daha sakin, daha durgundur. Yalnızca yaşlı insanlarda, duyumlar artık daha çok kavramlara ve fikirlere benzemektedir.
(18) Psikologlar genellikle duyumlar hakkında bu kadar ince ayrımlar yapmazlar. Onlara göre yaşlı insanların duyumları da çocuklarınkiyle aynıdır; çünkü “duyum, duyumdur”.
Bu, şöyle bir mantıkla aynıdır: “Tereyağı bıçağı da bıçaktır, o hâlde et kesmekte de kullanılabilir.” Çünkü “bıçak, sonuçta bıçaktır”.
Bu tür durumlarda insanlar kavramı kelimeden üretir; ama asla böyle yapmamalıyız.
Bunun yerine, kavramı olgulardan (gerçeklerden) üretmeliyiz.
Gerçeklere baktığımızda şunu görürüz: Duyumlar yaşar ve yaşam boyunca belirli bir süreçten geçer. Çocuklarda duyumlar daha çok irade gibidir; yaşlı insanlarda ise daha çok düşünceye benzer.
Elbette, insanların kavramları sadece kelimelerden çıkarması daha kolaydır — işte bu yüzden etrafımızda anlamları açıklayan bu kadar çok insan vardır. Ancak, bu alışkanlık bize çok olumsuz etkiler bırakabilir.
(19) Bir keresinde eski bir okul arkadaşımla karşılaştım.⁸ İkimiz de aynı ilkokula gitmiştik, sonra ben liseye gittim, o ise bir öğretmen okuluna gitti — ki bu okul ayrıca Macarcaydı. 1870’lerde, bu gerçekten önemli bir şeydi.⁹
Yıllar sonra tekrar karşılaştık ve ışık hakkında konuştuk. Ben fizik derslerinde öğretilenleri öğrenmiştim: Işığın dalgalarla, eterle ve benzeri şeylerle ilişkili olduğu anlatılıyordu. En azından bu, ışığın temeli olarak kabul edilebilecek bir şeydi.
Eski okul arkadaşım ise ışık hakkında şunu öğrenmişti: “Işık, görmemizin sebebidir!”¹⁰
Bu sadece kelimelerle oynamaktı!
Bu şekilde kavramlar, sadece kelimelere basit açıklamalar hâline gelir. Artık bu adamın öğrettiği çocukların nasıl bir eğitim aldığını hayal edebilirsiniz.
Bizim yapmamız gereken şey, kelimelere takılıp kalmaktan kurtulmak ve doğrudan şeylerin ruhuna ulaşmaktır.
Bir şeyi anlamak istediğimizde, hemen o kelimeyi düşünmemeliyiz; onun yerine gerçek ilişkileri araştırmalıyız.
Eğer Mauthner’in etimoloji kitabında “tin” (spirit) kelimesinin kökenine bakarsak, bu kelimenin nasıl ortaya çıktığını incelerken onun “köpük, gaz, buğu” gibi şeylerle ilişkili olduğunu görürüz.¹¹ ¹²
Bu ilişki vardır ama bizi hiçbir işe yarar sonuca götürmez.
Ne yazık ki bu yöntem çoğu zaman gizli biçimde İncil araştırmalarında da görülür ve bu yüzden İncil, özellikle modern ilahiyatçılar tarafından en az anlaşılan kitap hâline gelmiştir.
(20) Bizim hedefimiz, her alanda nesnel bir biçimde ilerlemek olmalıdır.
Örneğin: “Tin” kavramını etimolojik araştırmalarla oluşturmaya çalışmayız, onun yerine bir çocuğun fiziksel etkinliği ile yaşlı bir insanın etkinliğini karşılaştırırız. Olguları birbirine ilişkilendirerek doğru kavramlara ulaşabiliriz.
(21) Duyuma dair gerçek bir kavram ancak, onun çocuğun fiziksel çevresinde (periferisinde) bir duyulu irade olarak ortaya çıktığını bildiğimizde mümkün olabilir; çünkü çocuğun iç varlığına kıyasla fiziksel çevresi uyur ve rüya görür.
Düşünsel bilişte (thinking cognition) tam uyanıklık hâlindeyizdir ama bu uyanıklık sadece bedenimizin içinde geçerlidir.
Bedenin yüzeyinde ise uyumaya devam ederiz.
Dahası, bedenin çevresinde, daha doğrusu yüzeyinde meydana gelen şeyler, kafada da benzer biçimde meydana gelir ve insan varlığının daha derinlerine indikçe — örneğin kaslar ve kan düzeyinde — bu daha da güçlü şekilde ortaya çıkar.
Burada da insan uyur ve rüya görür.
İnsan hem yüzeyde, hem de iç dünyasında uyur ve rüya görür.
Bizim daha çok ruh-irade niteliğindeki hissedişimiz, yani duyulu irademiz, içimizde kalır ve bu nedenle de o da bir rüya uykusu içindedir.
Peki, biz insanlar tam olarak nerede uyanığız?
İkisinin arasında, yani içsel ve dışsal uçlar arasında, uyanık saatlerimizde.
Sphere of the senses – Duyular Küresi
Willing-Feeling – İradeli Duygu
Feeling-Willing – Duygulu İrade
Hollow space – İçsel boşluk
Şekil 9: İnsan sistemleri
(22) Uyanıklık ve uykunun insan varlığına mekânsal olarak uygulanması, ruhsal bakış açısından insan biçimiyle bağlantılıdır. Ruhsal perspektiften bakıldığında insan, yüzeyde ve en içte uyuyan, doğum ile ölüm arasındaki yaşamda ise yalnızca ortada tam anlamıyla uyanık olabilen bir varlık olarak görülür.
Peki bu orta bölgede en fazla gelişmiş olan organlar hangileridir?
Özellikle başta bulunan ve sinir sistemi olarak adlandırdığımız sinir organlarıdır.
Sinir sistemi, uzantılarını hem bedenin en dış yüzeyine hem de en derin bölgelerine gönderir. Sinirler beynin, omuriliğin ve öndeki vagus sinirinin bulunduğu bu orta alana da ulaşır.
İşte burada tam anlamıyla uyanık olma olanağımız vardır.
Sinirlerin en yoğun geliştiği yerde, en çok uyanıklık yaşayabiliriz.
Ancak sinir sisteminin ruh ile oldukça tuhaf bir ilişkisi vardır:
Sinir sistemi, bedenin işlevleri nedeniyle sürekli çürümeye, mineralleşmeye eğilimlidir.
Eğer yaşayan bir insanda sinir sistemini, salgı-bez-kas-kan sistemlerinden ve kemik sisteminden (kemik sistemi sinir sistemiyle birlikte bırakılabilir) ayırabilseydik, aslında canlı bir bedende bir ceset elde etmiş olurduk.
Sinir sisteminde ölüm sürekli gerçekleşir.
Sinir sistemi, ruh-ruhsal öz ile doğrudan bağlantısı olmayan tek sistemdir.
Kan, kaslar ve benzeri yapılar ruhsal özle doğrudan bağ kurarken, sinir sistemi bu bağlantıyı hiçbir zaman doğrudan kurmaz.
Sinir sisteminin ruhsal özle bağlantısı olması yalnızca şundan kaynaklanır: İnsan işlevlerinden sürekli olarak geri çekilmesinden — yani, sinir sistemi sürekli çürüyerek var olur.
Diğer organlar yaşadıkları için ruhsal özle doğrudan bağlantı kurabilirler.
Ama sinir sistemi sürekli ölmekte olduğu için şöyle der gibidir: “Sen gelişebilirsin, çünkü ben sana engel olmuyorum; çünkü yaşamımla seni boğmuyorum!”
İşte bu onun en ilginç yönüdür.
Psikoloji ve fizyolojide sinir sistemi, duyumları, düşünmeyi ve genel olarak ruhsal öz ile bağlantıyı sağlayan organ olarak tanıtılır.
Peki ama nasıl olur da bu organ aracı olabilir?
Bu yalnızca şu yüzden mümkündür: Sinir sistemi hayattan geri çekilir, bu yüzden düşünme ve duyumsama serbestçe gelişebilir.
Aslında sinir sistemi düşünme ya da duyumsamayla hiçbir doğrudan bağlantı kurmaz; ama bulunduğu yerde insan ruhu boşlukla karşılaşır.
Ve işte o boşluklardan ruhsal öz içeriye girebilir.
Sinir sistemine teşekkür etmeliyiz — ruhsal özle ilgilenmediği için, psikologların ve fizyologların ona atfettiği şeyleri aslında yapmadığı için. Eğer sinirler, fizyologların ve psikologların söylediği işlevleri yalnızca beş dakika yerine getirseydi, o beş dakika boyunca dünyayı hiç bilemezdik — uyurduk.
Sinirlerin yaptığı şey, uykuyu ve duyulu iradeyi sağlayan diğer tüm organların yaptığıyla aynıdır.
(23) Fiziyoloji ve psikolojinin “gerçek” dediği şeylerle karşılaştığımızda durum zorlaşır, çünkü insanlar şöyle der: “Siz dünyayı tersine çeviriyorsunuz!” Gerçekte olan ise, dünya zaten baş aşağı duruyor ve bizim görevimiz onu ruhsal bilim yoluyla ayağa kaldırmaktır.
Fizyologlar der ki: “Sinirler, özellikle beyin, düşünmenin organıdır.” Gerçek ise şudur: Beyin ve sinir sistemi düşünsel bilişle ancak şundan dolayı bağlantılıdır: Bu sistemler insan işlevlerinden sürekli geri çekilir ve böylece düşünsel bilişin açığa çıkmasına izin verirler.
(24) Şimdi çok belirgin bir noktaya odaklanalım. İnsanı çevreleyen duyu alanında gerçek süreçler meydana gelir ve bunlar sürekli olarak dünya olaylarına katılır.
Örneğin: Işık, göz yoluyla insana etki eder. Gözde, yani duyu alanında, gerçek bir fiziksel-kimyasal süreç meydana gelir. Bu süreç, insan bedeninin derinliklerine doğru ilerler ve sonunda tekrar fiziksel-kimyasal süreçlerin gerçekleştiği iç bölgelere (çizimde koyu gölgeli alan, s.129) ulaşır.
Şimdi hayal edin: Aydınlık bir yüzeyin önünde duruyorsunuz, ışık ışınları gözlerinize ulaşıyor.
Gözde fiziksel-kimyasal süreçler meydana gelir ve bu süreçler kaslara ve kana kadar ulaşır.
Arada ise bir boşluk bölgesi vardır. Bu boşluk, sinirlerin boşluk yaratması sayesinde vardır ve burada — gözde ya da bedenin daha derinlerinde olduğu gibi — fiziksel-kimyasal süreçler gelişmez.
Bu orta bölgede var olan şey, dışarıda var olan şeyin bir devamıdır: Yani ışığın ve renklerin kendisi. Bu nedenle bedenimizin duyuların bulunduğu yüzeyinde, göze, kulağa, ısıyı algılayan organlara bağlı gerçek süreçler vardır. Benzer süreçler bedenin derinliklerinde de vardır.
Ancak bu ikisinin arasında — sinirlerin yayıldığı, boşluk oluşturduğu yerde — dış dünyada var olanla birlikte yaşarız. Göz ışığı ve rengi değiştirir. Ama sinirlerin bulunduğu yerde yaşam yönünden boşuzdur — burada ışık ve renk değişmez ve bu nedenle ışıkla ve renkle birlikte yaşarız. Dış dünyadan yalnızca duyu alanında ayrılmış oluruz; ama içsel olarak bu dışsal süreçlerle bir kabuğun içinden birlikte yaşarız.
Orada biz ışığın kendisi oluruz. Orada biz tonun kendisi oluruz. Çünkü sinirler, kan ve kasın oluşturduğu engelleri oluşturmaz; süreçler serbestçe yayılır.
(25) Şimdi, bunun ne kadar önemli olduğunu hissedebiliriz. İçimizde bulunan bu boşluk alanında, hayata karşı uyanık oluruz; ama en dış yüzeyimizde ve en iç çekirdeğimizde uykulu biçimde rüya görür, rüyada gibi uyuruz. Tam anlamıyla uyanık olabildiğimiz yer, yalnızca bu iki uç arasında kalan bir ara bölgedir. Tüm bunlar, mekânsal düzlemde ifade edilmiştir.
(26) İnsanı tin (spirit) bakış açısından gözlemlediğimizde, zamanı da uyanıklık, uyku ve rüya ile ilişkilendirmemiz gerekir.
(27) Bir şey öğrenirsiniz. Onu, bilincinize girerek öğrenirsiniz. Onunla ilgilendiğiniz sürece, onu düşündüğünüz sürece, bilinçli bir şekilde sizdedir. Sonra yaşam devam eder; başka bir şey dikkatinizi çeker, ilginizi alır. Peki daha önce öğrendiğiniz, zihninizin uğraştığı o şey ne olur?
O şey uykuya dalar. Ve siz onu tekrar hatırladığınızda, uyanır.
Bu tür şeyleri ancak şu şekilde anlayabilirsiniz: “Hatırlama” ve “unutma” gibi psikolojik terimlerle oynamayı bırakır, yerine gerçek kavramlar koyarsınız.
Hatırlamak nedir?
Bütünleşmiş bir imge grubunun yeniden uyanmasıdır.
Unutmak nedir?
Bütünleşmiş bir imge grubunun uykuya dalmasıdır.
Bu sayede gerçekliği, gerçekten yaşanmış şeylerle karşılaştırabilirsiniz; sadece kelime tanımlarınız olmaz. Uyanmayı ve uyumayı düşünürseniz — ya da kendinizin ya da bir başkasının uykuya geçişini deneyimlerseniz — o zaman gerçek bir süreci gözlemlersiniz.
İçsel bir ruh etkinliği olan unutmayı da bu gerçek süreçle ilişkilendirebilirsiniz; unutma bir tür uykudur, hatırlama ise bir tür uyanma.
(28) Dünyayı ruhsal düzeyde kavrayabilmek, ancak gerçek şeyleri karşılaştırarak mümkün olabilir.
Beden ile ruhu birbirine bağlamak için — en azından temel bir düzeyde — çocukluk ve yaşlılık yaşam evrelerini karşılaştırmanız gerekir.
Ve bu karşılaştırma içinde, hatırlama ile unutmayı da, uyuma ve uyanma ile ilişkilendirerek anlamlandırmalısınız.¹³
(29) İnsanlığın geleceği için son derece gerekli olan şey, insanların kendilerini gerçekliğe dalma alışkanlığına alıştırmalarıdır. Bugün insanlar neredeyse sadece kelimelerle düşünüyor; gerçeklikle değil.
Peki bugün insanlar, hatırlama ve uyanma üzerine konuşurken neyin gerçek olduğunu nasıl kavrayabilirler?
Bu tür sözcüklerin içerdiği anlam yelpazesinde her türlü tanımı duyarlar — ama gerçekliğe, olayların kendisine bakarak anlamaya çalışmazlar.
(30) Bu nedenle, biz insanlara üçlü toplumsal organizma gibi kavramlardan söz ettiğimizde — ki bu tamamen gerçeklikten doğan, soyut kavramlardan değil —, insanların bunu başta anlamamaları doğaldır. Çünkü onlar gerçeklikten anlamlar çıkarmaya alışık değildir.
Gerçeklikten türetilmiş olgularla bağlantılı hiçbir kavramları yoktur.
Örneğin, sosyalist liderlerin kuramlarında, gerçeklikten bir şeyler türetme konusunda en ufak bir fikirleri bile yoktur.
Bunlar, sadece kelime açıklamalarıyla uğraşan, çöküşün son evresini temsil eden kişilerden oluşur.
Bu insanlar, gerçekliği herkesten daha iyi anladıklarını sanırlar — ama konuşmaya başladıklarında sadece en anlamsız sözcükleri kullanabilirler.
Bu söylediklerim bir parantez içi yorum gibi görülebilir ama içinde bulunduğumuz çağdaş düşünce akımıyla doğrudan ilgilidir. Ancak eğitimciler, yaşadıkları çağı anlamak zorundadırlar, çünkü o çağın çocuklarını da anlamak zorundadırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder