GİZEMCİ KOZMOLOJİ
Depremler, Yanardağlar ve İnsan İradesi
* Eighteen lectures delivered in Paris.
~ Rudolf Steiner
Önceki bir derste, insan evriminde cinsiyetlerin ayrıldığı döneme kadar geri gitmiştik. Bu an, aslında uzun bir kozmik hazırlığın doruk noktasıdır. Kadim Ay evresini dünyevi evreden ayıran gece (pralaya) sonrasında, başlangıçta dünya, güneşin ve ayın güçleriyle birleşmiş halde görünüyordu. Bu güçler tek bir beden oluşturuyordu; zamanla birbirinden ayrıldılar ve böylece bugün bildiğimiz üç gök cismi ortaya çıktı.
Bugünkü cinsiyetlerin ayrılması, ay güçleriyle dünya güçleri arasındaki ayrılmanın sonucudur. Üreme ile ilgili kadınsal güçler, ayın etkisi altında kalmıştır. Ay hâlâ hem insanda hem hayvanda üreme güçleri üzerinde hüküm sürmektedir. Böylece gizem bilgisi, gezegenler sisteminde etkin olan güçleri açığa çıkarır.
Güneş hâlâ dünya ve ay ile birleşik haldeyken, ne bitkiler ne hayvanlar ne de insan, bugün bildiğimiz şekilleriyle varlık göstermekteydi. O dönemde yalnızca bir bitki âlemi mevcuttu fakat bizimkinden tamamen farklı koşullar altında. Bu âlem, güneş güçleriyle özel bir bağ içindeydi; tıpkı hayvanın ayla, insanın ise dünyayla olan bağı gibi.
Güneş, dünya ve ay ile bağlı olduğu sürece, bitkiler çiçeklerini dünyanın merkezine yöneltiyorlardı. Güneş ayrıldıktan sonra ise ona göre yönlenip çiçeklerini göğe çevirdiler. Böylece gördük ki bitkiler, insana kıyasla ters bir konum benimsemişlerdir: Hem insan hem bitki dikeyde kendini gösterir; oysa hayvan, insanın yönelimiyle bitki dünyasının yönelimi arasında bir yerde bulunur.
Hayvanın omurga sütunu yataydır. Yavaş yavaş bu üç gök cisminin ayrılması sayesinde, yeryüzündeki farklı âlemler bugünkü hâllerini almıştır: Güneşin ayrılmasıyla bitki âlemi, ayın ayrılmasıyla hayvan âlemi ortaya çıkmıştır. Bu güçlerin ilk bileşimi, daha sonra fiziksel tezahür edecek olan tohum hâlinde unsurları barındırıyordu. Yüksek derecede ısıtılan ve sonra soğutulan bir maddeyi düşünelim; içinde barındırdığı çeşitli elementler, o zaman biçim kazanır.
Kadim Ay döneminde de, bir süre için Ay’ın dışında bir gök cisminde yoğunlaşmış olan güneş güçlerini buluruz. Ay, kadim Güneş’in etrafında dönüyordu, ama hep aynı yüzünü Güneş’e çevirerek. Ay’ın dünya çevresindeki yörüngesi, bir zamanlar kadim Güneş çevresinde tarif ettiği hareketin devamıdır.
Bu gök cisimleri, hem bu kozmik dönemin başında hem de sonunda bir olmuşlardır – tıpkı dünyanın, ayın ve güneşin dünya evriminin başında birleşmiş ve sonunda tekrar birleşecek olması gibi. Bu iki kadim gök cismi, ayrılma sonrası güçlerini yeniden biçimlendirmemiş olsalardı evrimde etkin olamazlardı. Ay, güneşten ayrıldığı dönemde öyle bir gelişim geçirdi ki, bu sayede daha sonra üçüncü bir gök cisminin ortaya çıkması mümkün oldu.
Gerçekte, işte bu ayrılma sırasında, insan kendi içinde daha sonra fiziksel bedende şekillenecek olanı geliştirebildi. Bu da ona yeryüzünde nesnel, uyanık bilinç geliştirme olanağı verdi.
Dünyevi dönemdeki açık fiziksel bilincimizden sonra, beşinci bir durum doğacaktır: “Jüpiter” olarak bilinen dönemde bilinçli astral İmgelem. Bunun ardından Venüs dönemi gelecektir; burada ise bugün uykunun bilinçsizliği dediğimiz şeyin farkına varacağız. Son olarak, bir Vulcan dönemi ortaya çıkacaktır ki bu, bir inisiyenin ulaşabileceği en yüksek bilinç durumuna tekabül eder.
Fakat bu, dünyanın ve gezegenlerin ilişkilerini bütünüyle tüketmez. Aslında, içinde bulunduğumuz bu dünyevi evreyi ikiye ayırabiliriz. İlk yarısında, kanımızın kırmızı olmasına yol açan şey gerçekleşmiştir. Peki bize kırmızı kanı veren nedir?
Dünya ile güneşin ayrılması sırasında, sıvı özden oluşan bu küre, Mars gezegeninden gelen başka sıvı güçlerle delip geçildi. Mars’ın bu geçişinden önce dünyada demirin en ufak bir izi dahi yoktu. Gerçekte, bu geçişin sonucu olarak demir ortaya çıktı: kanımızdaki demir de dâhil olmak üzere demir içeren tüm maddeler Mars’ın etkisine maruz kaldı. Mars, dünyanın özünü renklendirdi. Kırmızı kanın ortaya çıkışı bu etkinin sonucudur. İşte bu nedenle, dünya evriminin ilk yarısına Mars dönemi denir.
O dönemde demir hâlâ sıvı bir maddeydi; metaller ancak daha sonra katılaştılar. Cıva (Merkür), henüz katılaşmamış tek metaldir. Bu da olduğunda, insan ruhu fiziksel bedenden tamamen bağımsız hale gelecek ve astral imgelemli görme bilince kavuşacaktır. Bu olgu, Merkür’ün güçleriyle bağlantılıdır; dünya evriminin ikinci yarısında yoğunlaşacak ve sonunda katılaşacaktır.
Dünya hem Mars’tır hem de Merkür’dür. İşte bu yüzden inisiyeler, dilimize, haftanın günlerini evrimimizdeki gezegenlerle ilişkilendirerek dokumuşlardır: Mars ve Merkür, Ay ile Jüpiter’in arasına yerleştirilmiştir.
• Satürn: Saturday, Samedi (Cumartesi)
• Güneş: Sunday (Pazar)
• Ay: Monday, Lundi (Pazartesi)
• Mars: Mardi, Tiu → Tuesday (Salı)
• Merkür: Mercredi, Wednesday (Çarşamba)
• Jüpiter: Jeudi, Tor, Donar → Thursday (Perşembe)
• Venüs: Vendredi, Freya → Friday (Cuma)
DÜNYANIN İÇİ
Fiziksel bilim henüz yalnızca yer kabuğunu, yani aslında dünyanın yüzeyinde ince bir deri gibi duran mineral tabakayı bilmektedir. Gerçekte ise dünya, şimdi anlatacağımız birbirini saran katmanlardan oluşur.
1. Mineral tabaka: Yüzeyde yaşayan her şeyin fiziksel bedenlerinde bulunan tüm metaller bu tabakada yer alır. Bu kabuk, dünyanın yaşayan varlığının etrafında bir deri gibidir. Derinliği yalnızca birkaç mildir.
2. İkinci tabaka: Ancak, bildiğimiz şeyin tam zıddı bir maddeyi hayal edersek anlaşılabilir. Bu, hayatın karşıtı olan negatif yaşamdır. Burada tüm yaşam söner. Bir bitki ya da hayvan içine düşse, derhal yok olurdu; tamamen çözünürdü. Yarı sıvı olan bu ikinci kabuk, dünyayı saran bir ölüm küresidir.
3. Üçüncü tabaka: Bu bir tersine çevrilmiş bilinç dairesidir. Burada tüm keder sevinç olarak görünür, tüm sevinç ise keder olarak yaşanır. Buharlardan oluşan bu öz, bizim duygularımızla, ikinci tabakanın yaşamla ilişkisi kadar zıt bir biçimde ilişkilidir. Eğer bu üç tabakayı zihnimizle soyutlarsak, dünyayı ayın ayrılmasından önceki hâlinde buluruz. Yoğunlaşma yoluyla bilinçli astral görüşe ulaşabilen biri, bu iki tabakadaki etkinlikleri görür: ikinci tabakada yaşamın yok oluşunu, üçüncü tabakada duyguların dönüşümünü.
4. Dördüncü tabaka: “Su-dünya”, “ruh-dünya” veya “biçim-dünya” olarak bilinir. Olağanüstü bir özelliğe sahiptir. Bir küp hayal edelim; şimdi onun özünü tersine çevirelim. Maddenin olduğu yerde artık hiçlik vardır: küpün kapladığı mekân boşalmıştır, ama onun özü, yani biçimsel madde çevresine dağılmıştır. Bu yüzden buna “biçim dünyası” denir. Burada biçim girdabı, negatif bir boşluk yerine pozitif bir özne haline gelir.
5. Beşinci tabaka: “Büyüme dünyası” olarak adlandırılır. Tüm yeryüzü yaşamının arketipsel kaynağını içerir. Onun özü, sürekli filizlenen, coşup taşan enerjilerden oluşur.
6. Altıncı tabaka: “Ateş-dünya”dır. Saf iradeden, temel yaşamsal güçlerden oluşur; sürekli hareket halindedir, dürtüler ve tutkularla iç içedir – tam anlamıyla bir irade güçleri hazinesi. Bu öz üzerine baskı yapılırsa, karşı koyar.
Eğer yine düşüncede bu son üç tabakayı soyutlarsak, Güneş, Ay ve Dünya’nın hâlâ iç içe geçtiği dönemdeki hâle ulaşırız.
Aşağıdaki tabakalar ise ancak, rüyasız uykunun bilinci değil de derin uykuda bilinçli bir hâl sayesinde gözlemlenebilir:
7. Yedinci tabaka: “Dünyanın aynası”dır. Bir prizmaya benzer; içine yansıyan her şeyi parçalayarak tamamlayıcı yönünü dışa vurur. Bir zümrüt üzerinden bakılsa kırmızı görünürdü.
8. Sekizinci tabaka: Bu tabakada her şey parçalanmış ve sonsuza kadar çoğalmış halde görünür. Bir bitki ya da kristal üzerine yoğunlaşılsa, burada sınırsızca çoğalmış olarak belirirdi.
9. Dokuzuncu tabaka: Ahlaki etkinlikle donatılmış bir özden oluşur. Fakat bu ahlak, dünyada geliştirilecek olanın tam tersidir. Onun özü, ayrılık, uyumsuzluk ve nefrettir. İşte Dante’nin “Cehennem”inde kardeş katili Kabil’i bulduğumuz tabaka budur. Bu öz, insanda değerli olan ve iyi olan her şeyin zıddıdır. İnsanlığın yeryüzünde kardeşlik kurma çabaları bu kürenin gücünü azaltır. Onu dönüştürecek olan ise sevgidir; çünkü sevgi, doğrudan dünyanın bedenini ruhsallaştıracaktır.
Bu dokuzuncu tabaka, dünyada “kara büyü” olarak görülen şeyin özsel kaynağını temsil eder – yani bencillik üzerine kurulmuş bir büyü.
Yer tabakalarının insan iradesi, yanardağlar ve depremlerle ilişkisi.
Bu çeşitli tabakalar, dünyanın merkezini yüzeyine birleştiren ışınlarla birbirine bağlıdır. Katı yer kabuğunun altında, altıncı tabaka (ateş-dünya) ile bağlantılı çok sayıda yer altı boşluğu vardır. Bu ateş-dünya unsuru, insan iradesiyle çok yakından ilişkilidir.
İşte bu unsur, Lemurya dönemini sona erdiren muazzam püskürmeleri üretmiştir. O dönemde insan iradesini besleyen güçler, bir sınavdan geçtiler ve bu sınav, Lemurya kıtasını yok eden ateş felaketlerini açığa çıkardı. Evrim sürecinde, bu altıncı tabaka giderek merkeze çekildi ve böylece volkanik patlamalar daha seyrek hale geldi.
Ama yine de hâlâ insan iradesinin etkisiyle ortaya çıkmaktadır: kötü ve kaotik olduğunda, bu tabaka üzerinde manyetik bir etki yapar ve onu sarsar. Bununla birlikte, insan iradesi bencillikten arındığında bu ateşi yatıştırabilir. Maddeci dönemler, çoğunlukla doğal felaketler – depremler, yanardağ patlamaları vb. – ile birlikte görülür ve onları takip eder.
Evrimin yükselen güçleri, dünyanın hem organizmasını hem de ruhunu yavaş yavaş dönüştürmeye muktedir tek simyadır.
İşte insan iradesi ile yer felaketleri arasındaki ilişkinin bir örneği:
Depremler veya yanardağ patlamaları sonucu ölen insanlarda, sonraki enkarnasyonlarında bambaşka içsel nitelikler gözlenir. Doğuştan büyük ruhsal yatkınlıklar getirirler; çünkü bu ölüm yoluyla, maddi yaşamın yanılsamasını ve hakikatin gerçek doğasını gösteren güçlerle temas etmiş olurlar.
Ayrıca, bazı doğumlarla sismik ve volkanik patlamalar arasında da ilişki gözlenmiştir. Bu tür felaketler sırasında, maddeci ruhlar bedene bürünür; volkanik olaylar tarafından – yani dünyanın kötü ruhunun çırpınışları tarafından – çekilirler.
Ve bu doğumlar, kendi sıralarında yeni felaketler doğurabilir; çünkü kötücül ruhlar karşılıklı olarak dünyevi ateş üzerinde kışkırtıcı bir etki yaparlar.
Gezegenimizin evrimi, insanlığın ve uygarlığın güçlerinin evrimiyle en derin şekilde bağlantılıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder