Okulda yaptıkları her şeyin ardında, modern öğretmenler kozmik yasaya dair kapsamlı bir görüşe sahip olmalıdır. Özellikle alt sınıflarda eğitim, öğretmenin ruhunun insanlığın en yüce idealleriyle bir ilişki içinde olmasını gerektirir; bu, açıktır. Eğitimin şu anki hastalıklı durumunun nedenlerinden biri, alt sınıf öğretmenlerini bir tür bağımlılık içinde tutmuş olmamızdır: onların çalışmalarını, üst sınıflardaki öğretmenlerin çalışmalarından daha az değerli görmüşüzdür. Amacım burada sosyal organizmanın kültürel faaliyeti konusunu genel olarak tartışmak değil. Ancak, gelecekte tüm öğretmenleri eşit görmek zorunda olduğumuzu belirtmeliyiz; halk da alt sınıf öğretmenlerinin, özellikle ruhsal karakterleri açısından, üst sınıf öğretmenleri kadar değerli olduklarını hissetmelidir. Bu nedenle, bugün alt sınıf öğretmenlerinin doğrudan çocuklarla kullanamasalar bile mutlaka bilmeleri gereken şeyleri ele aldığımızda bu, kimseye şaşırtıcı gelmemelidir. Ancak bu bilgiler, verimli bir öğretimin ardında durmalıdır.
(2) Eğitimde, çocuğa bir yandan doğal dünyayı, diğer yandan ise ruhsal dünyayı sunarız. İnsan varlıkları olarak, bir yandan doğal dünya ile, diğer yandan ise ruhsal dünya ile bir ilişkimiz vardır; çünkü bizler yeryüzü varlıklarıyız ve doğum ile ölüm arasında fiziksel olarak var oluruz.
(3) Modern psikoloji oldukça zayıf gelişmiştir. Özellikle psikoloji, 869 yılında ilan edilen Katolik dogmasının etkilerini hâlâ taşımaktadır. Bu dogma, içgüdüsel bilgiye dayanan daha eski bir anlayışı –yani insanın beden, ruh ve ruhsal varlıktan (tin/ruh) oluştuğu anlayışını– gölgeledi. Modern psikolojide neredeyse yalnızca iki parçalı insan anlayışından söz edildiğini duyarsınız. İnsanların sadece bedenden ve ruhtan oluştuğu söylenir (ya da buna ne ad vermek isterseniz: et ve ruh gibi). İnsanlar, eti bedenle ya da ruhu tinle aynı şey olarak görürler. Psikolojik kuramların neredeyse tamamı, insanın bu iki parçalı doğasına dair yanlış kabullerden kaynaklanır. Gerçek bir insan doğası anlayışı elde etmek, bu iki parçayı tek gerçek olarak kabul edersek mümkün değildir. Bu nedenle, günümüzde psikolojide ortaya çıkan hemen her şey, esasen oldukça amatörcedir ve çoğunlukla yalnızca kelime oyunlarından ibarettir.
(4) Tüm bunlar, fizik biliminin gerçekten büyük bir başarısının insanlar tarafından tamamen yanlış anlaşılması sonucunda, 19. Yüzyılın ikinci yarısında önem kazanan büyük bir hatanın sonucudur. Heilbronn’un iyi vatandaşlarının, şehirlerinin ortasına bir zamanlar akıl hastanesine kapatılmış bir adamın heykelini dikmiş olduklarını biliyor olabilirsiniz: Julius Robert Mayer.
Elbette, bugün Heilbronn halkının oldukça gurur duyduğu bu adamı, sözde “Enerjinin Korunumu Yasası” ile ilişkilendirdiğimizi biliyorsunuzdur. Bu yasa, evrendeki tüm enerji ya da kuvvet miktarının sabit olduğunu, bu kuvvetlerin yalnızca dönüşüm geçirdiğini, örneğin bir kuvvetin bir zaman ısı, bir başka zaman mekanik enerji olarak ortaya çıktığını öne sürer.
Ancak Mayer’in yasası bu biçimde yalnızca temelden yanlış anlaşıldığında ortaya çıkar! Mayer için önemli olan, “enerjilerin dönüşümü”nün keşfiydi, “enerjinin korunumu yasası” gibi soyut bir kural yaratmak değil.
(5) Enerjinin Korunumu Yasası’nın uygarlığımız açısından daha geniş bir perspektiften bakıldığında anlamı nedir? Bu yasa, insanı anlamanın önündeki en büyük engeldir. Kuvvetlerin asla yaratılmadığına inanırsak, insan doğasını gerçekten kavramamız artık mümkün olmaz. İnsanlığın gerçek özünü, sadece şu olguda bulabiliriz: İnsanlar aracılığıyla sürekli olarak yeni kuvvetler yaratılır. Yaşadığımız dünyada, yeni kuvvetlerin ve –ileride değineceğimiz gibi– hatta yeni maddenin oluştuğu tek varlık insandır.
Ancak mevcut dünya görüşü, insanı tam anlamıyla tanımamıza olanak tanıyacak düşünceleri kabul etmekten aciz olduğu için, insanlar bu “Enerjinin Korunumu Yasası”na sarılır. Bu yasa, yalnızca doğanın diğer krallıklarına –mineral, bitki ve hayvan alemlerine– baktığımız sürece belirli bir anlamda rahatsız edici değildir. Ama insan doğasına yaklaşmaya çalıştığımızda, bu yasa gerçek anlayışı hemen yok eder.
(6) Öğretmenler olarak, doğayı öğrencilerinize anlaşılır kılmanız ve aynı zamanda onları ruhsal yaşamın kavranmasına yönlendirmeniz gerekecektir. En azından belli bir düzeyde doğaya aşina olmadan ve ruhsal yaşama dair bir ilişki geliştirmeden, insanlar bugün toplumsal yaşamın bir parçası olamazlar. Şimdi gelin, önce dikkatimizi doğaya çevirelim.
(7) Doğa, bize şöyle bir şekilde sunulur: Bir yanda, onunla fikirlerimiz ve düşüncelerimizle yüzleşiriz ki, bunlar bildiğiniz üzere, imgesel nitelikte olup doğum öncesi yaşamın bir tür yansımasıdır. Öte yandan, doğayla, irade karakteri taşıyan ve ölüm sonrası yaşamımızın bir tohumu anlamına gelen bir unsurla karşı karşıya geliriz. Bu unsur bizi sürekli olarak doğaya yöneltir. Bu durum, doğanın iki parçadan oluştuğunu gösteriyor gibi görünür ki, bu da insanın yalnızca iki parçadan oluştuğu yolundaki hatalı görüşü doğurmuştur. Bu noktaya kısa süre sonra tekrar döneceğiz.
(8) Eğer düşüncelerimizi ve fikirlerimizi yalnızca doğaya yöneltirsek, orada sadece sürekli ölen şeyleri kavrayabiliriz. Bu, özellikle önemli bir ilkedir. Şunu çok net bilmelisiniz: Akıl ve yansıtıcı düşünce gücü yardımıyla keşfedilmiş olan o güzel doğa yasalarını öğrendiğinizde, bu yasaların her zaman ölmekte olan şeylerle ilgili olduğunu fark edersiniz.
(9) Doğaya yönelen bu filizlenmiş canlı irade, doğadaki ölü olgulara dayanan bu yasalardan çok farklı bir şey deneyimler. Şu anki çağın etkisiyle ve modern bilim anlayışındaki hatalardan kaynaklanan birçok fikri hâlâ taşıdığınızdan, bunu anlamakta muhtemelen zorlanacaksınız.
Duyularımızı (on iki duyunun tamamı kastediliyor) dış dünya ile ilişkilendiren şey, bilişsel değil, isteme (willing) doğasındadır. Modern insan bu sezgiyi tamamen yitirmiştir. Örneğin insanlar Platon’un, görmenin temelinde nesnelere doğru uzanan bir tür “dokungaç” olduğunu söylediğini okuduklarında, bunu çocukça bulurlar. Oysa bu dokungaçlar normal duyularla algılanamaz; fakat Platon’un onların varlığından haberdar olması, onun duyularüstü dünyaya nüfuz ettiğini gösterir.
Görme eylemimiz, aslında ellerimizle bir nesneyi kavramamıza benzer, ama daha incelmiş bir süreçtir. Örneğin bir parça tebeşiri almak fiziksel bir süreçtir, fakat aynı şekilde, gözlerimizden yayılan eterik kuvvetlerle bir nesneyi görme yoluyla “kavrama” da ruhsal bir süreçtir. Modern insanlar gerçekten gözlem yapabilselerdi, doğayı gözlemleyerek bu tür gerçekleri keşfedebilirlerdi.
Örneğin bir atın gözlerine ve onların dışa dönüklüğüne bakarsanız, yalnızca gözlerinin konumundan dolayı, atın çevresiyle ilişkisinin bir insanınkinden ne kadar farklı olduğunu hissedebilirsiniz. Bu farkı bir örnekle açıklayabiliriz: Düşünün ki kollarınızı önünüzde çaprazlayamıyorsunuz. Daima eurythmy’deki “A” pozisyonunda kalıyorsunuz ve hiçbir zaman “O” pozisyonuna geçemiyorsunuz, çünkü kollarınızı önünüzde birleştiremiyorsunuz. Atın gözlerinin duyularüstü “kolları” da aynı durumdadır; sol gözünün “kolları” hiçbir zaman sağ gözünün “kollarına” dokunamaz.
İnsanlar ise gözlerinin konumu sayesinde bu duyularüstü kolların birbirine temas etmesini sağlayabilirler. İşte bu, “Benlik” (I) duyusunun duyular üstü temelidir. Eğer sağ ve sol asla birleşemeseydi –ya da hayvanlarda olduğu gibi, örneğin dua etmek gibi ruhsal bir eylem için ön ayaklarını kullanamayan canlılarda olduğu gibi bu birleşme en az düzeyde olsaydı– insan asla bir ruhsal Benlik duygusuna ulaşamazdı.
(10) Gözde ve kulakta önemli olan şey, edilgen unsur değil, irade yoluyla dışarıya uzatılan etkin unsurdur. Modern felsefe bazen doğruya dair sezgiler taşımıştır ve genel olarak sadece doğru olanı kavramaktan ne kadar uzak olduğunu gösteren terimler üretmiştir. Lotze’nin felsefesindeki “nitelikler (attributes)” içerisinde, irade-duyusu yaşamının etkinliğini tanıdığına dair işaretler bulunur.
Ancak duyusal organizmamız temelde isteme doğasındadır; özellikle de dokunma, tat ve koku duyuları, daha yüksek bir anlamda metabolizmayla açık bir şekilde bağlantılıdır.
(11) Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: İnsanlar doğaya zihinsel olarak yönelip onun ölü yönlerini kavradıklarında, bu ölü yasalar onların bir parçası haline gelir. Ancak insanlar, doğayı ölümün ötesine taşıyan ve dünyanın geleceği olan şeyi, tanımlanması zor bir irade aracılığıyla, duyularına kadar uzanan bir güçle kavrayabilirler.
(12) Doğayla ilişkinizi, biraz önce söylediklerimi gerçekten hayal edebildiğinizde ne kadar canlı bir hâl alacağını düşünün. O zaman kendi kendinize şöyle diyeceksiniz: “Doğaya çıktığımda, ışık ve renkler gözlerimin önünde parıldıyor. Işığı ve onunla birlikte gelen renkleri içime aldığımda, doğanın geleceğe uzanan yönüyle birleşiyorum. Ama çalışma odama geri dönüp doğa üzerine düşünüp onun hakkında yasalar kurduğumda, doğanın sürekli olarak ölen kısmıyla ilgileniyorum.”
(13) Doğada ölüm ve oluş sürekli iç içe geçmiştir. Ölümü kavrayabiliriz, çünkü içimizde doğum öncesi yaşamımızın bir yansımasını taşıyoruz— bu yansıma aklın, düşünce dünyasının bir yansımasıdır ve doğanın temelinde yatan ölümü anlamamıza olanak verir.
Doğanın gelecekte var olacak olan kısmını ise yalnızca aklımız ve düşünce yaşamımızla değil, aynı zamanda içimizde bulunan isteme yönümüzle kavrayabildiğimiz için anlayabiliriz.
Eğer insanlar, doğum öncesi yaşamlarından dünyadaki yaşamları boyunca bir şey taşıyamasalardı, yani düşünme yaşamına dönüşen bir şeyi kurtaramasaydılar, asla özgürlüğe ulaşamazlardı. İnsanların yalnızca ölüme bir ilişkisi olurdu ve ölü doğayla ilişkili olan şeyi özgürleştirmek istediklerinde, aslında ölmekte olan bir şeyi özgürleştirmek istemiş olurlardı.
Eğer doğayla kurdukları ilişkiyi bir isteme varlığı olarak kullanmak isteselerdi, o zaman bir tür dalgınlık içine düşerlerdi; çünkü doğayla irade aracılığıyla kurulan her ilişki hâlâ bir tohum niteliğindedir. O zaman insanlar sadece doğanın varlıkları olurlardı ama özgür varlıklar olamazlardı.
(14) Bu iki etkinliğin—yani akılla ölü olanı kavrama ve iradeyle canlı olanı kavrama—üzerinde yalnızca insana özgü bir şey vardır. Bu, doğumdan ölüme kadar süren, doğadaki dış olgularla ilişkili olmayan ama insanın duyularüstü doğasıyla ilgili olan saf düşünmedir. Bu, insanı bağımsız bir varlık yapan şeyle ilgilidir ve hem ölü olanın altında hem canlı olanın üstünde yer alır. Eğer insan özgürlüğünden söz etmek istiyorsak, o zaman insanlardaki bu özerklik yönüne saygı duymamız gerekir; içinde her zaman iradenin yaşadığı saf, duyusuz düşünceye yönelmeliyiz.
(15) Ama doğaya bu bakış açısından bakarsanız şöyle diyeceksiniz: “Doğaya bakıyorum ve içimde hem ölüm akışı hem de yeniden doğuş akışı var; ölüm ve yeniden doğma.”
Modern bilim bu ilişkiyi neredeyse hiç anlamıyor; çünkü bilim için doğa bir bütündür ve ölüm ile oluş sürekli iç içe geçmiştir. Günümüzde doğa ve doğanın özü hakkında bilim insanlarının söylediklerinin çoğu çok karışıktır; çünkü ölüm ve oluş sürekli karışık bir biçimde sunulmaktadır.
Bu iki akımı saf biçimde birbirinden ayırmak istiyorsanız, o zaman kendinize şu soruyu sormalısınız: “İnsan olmasaydı doğa nasıl olurdu?”
(16) Modern bilim ve onun dayandığı felsefe, bu sorun karşısında garip bir durumdadır. Düşünün ki bir modern bilim insanına şöyle bir soru sordunuz: “Eğer insan diye bir varlık hiç olmasaydı, doğa ve doğanın özü nasıl olurdu?” Doğal olarak, bilim insanı önce bu sorudan dolayı şaşkına dönerdi, çünkü bu alışılmadık bir sorudur. Ancak, bilimsel bilgiler doğrultusunda bu soruya yanıt vermeye çalışır ve şöyle derdi: “O zaman dünyada mineraller, bitkiler ve hayvanlar olurdu ama insanlar olmazdı. Dünya’nın gelişim süreci, Kant-Laplace sisimsi durumu gibi başlangıçlardan bugüne kadar nasıl geldiyse, aynı şekilde devam ederdi; sadece bu sürece insanlar dâhil olmazdı.”
Başka bir cevap veremezdi. Bilim insanı belki şunu da eklerdi: “İnsanlar toprağı işleyerek ya da makineler yaparak Dünya’nın yüzeyinde değişiklikler yaratıyorlar ama bunlar, doğanın kendi getirdiği değişimlerle karşılaştırıldığında pek de önemli değildir.”
Dolayısıyla bilim insanı, ilke olarak her zaman şunu söyleyecektir: “İnsan olmasa da mineraller, bitkiler ve hayvanlar gelişirdi.”
(17) Bu doğru değildir. Eğer Dünya’nın evriminde insan yer almazsa, hayvanların çoğu var olmazdı. Özellikle yüksek gelişmiş hayvanların büyük bir kısmı, yalnızca insanın onları ‘dirsekleyip’ dışına atması sayesinde ortaya çıkmıştır (burada elbette mecazi anlamda konuşuyorum).
Dünya evriminin belirli bir aşamasında, insan gelişimini sürdürebilmek için—ve o zamanki doğası bugünkünden çok farklıydı—kendi doğasından daha yüksek hayvanları ayrıştırmak zorundaydı.
Bu ayrışımı şöyle hayal edebiliriz: içinde bir şeyin çözündüğü bir karışım düşünün, sonra bu çözünmüş madde çökelip dibe düşüyor. Aynı şekilde, insan bir zamanlar hayvan dünyasıyla birdi; sonra hayvanlar çökelmiş gibi ondan ayrıştı. Yani, insanlar bugünkü hallerine gelebilsin diye, hayvanlar bugünkü hallerini aldılar. İnsanlık Dünya evrimine katılmamış olsaydı, hayvanlar da Dünya da bugünkü görünümlerine kavuşamazdı.
(18) Şimdi mineral ve bitki dünyasına geçelim. Şunu çok açık bir şekilde kavramalıyız: yalnızca alt düzeydeki hayvan formları değil, aynı zamanda bitki ve mineral dünyası da eğer yeryüzünde insan olmasaydı çoktan taşlaşır, gelişimini durdururdu.
Modern dünya görüşü, doğaya tek taraflı bakışına dayanarak şöyle der: “Bu her ne kadar ilginç olsa da, insanlar ölüyor, bedenleri ya gömülüyor ya da yakılıyor, böylece toprağa teslim ediliyorlar. Ancak bu durumun Dünya’nın gelişimi üzerinde gerçek bir etkisi yoktur. Eğer insan bedenleri toprağa verilmeseydi bile, Dünya aynı şekilde gelişmeye devam ederdi.”
Bu görüş aslında insanların hiç farkında olmadığını gösterir: İnsan bedenlerinin —yakılarak ya da gömülerek— sürekli olarak yeryüzüne teslim edilmesi, Dünya için gerçek ve sürekli sonuçlar doğuran bir süreçtir.
(19) Çiftçi kadınlar, şehirli kadınlara kıyasla, mayanın ekmek yapımındaki anlamının ne olduğunu çok daha iyi bilirler — çünkü hamura çok az miktarda eklense bile, onsuz ekmeğin kabarmayacağını bilirler. Aynı şekilde, eğer Dünya sürekli olarak insan cesetlerinden gelen güçlerle beslenmeseydi, gelişimini çoktan tamamlamış olurdu. İnsanın ölümünde ruh ve beden ayrıldığında, insanın ruhsal-bilişsel varlığı tarafından serbest bırakılan bu güçler, Dünya’nın evrimine katkıda bulunur. İnsan cesetlerinin içerdiği bu güçler, Dünya’nın gelişimini destekler. Eğer bu güçlerin desteği olmasaydı, mineraller artık kristalleşme güçlerini gösteremezdi. Aksi takdirde, mineraller çoktan dağılmış ve çözünmüş olurdu. Aynı şekilde, artık büyüyemeyecek olan bitkiler bu güçler sayesinde hâlâ büyüyebilmektedir. Alt düzey hayvanlar için de durum aynıdır. İnsan bedeni, Dünya’nın gelişimi için maya benzeri bir katkı sağlar.
(20) Dolayısıyla, insanlığın Dünya üzerinde yaşayıp yaşamaması önemsiz bir konu değildir. Şu iddia doğru değildir: “Eğer insanlar olmasaydı da, mineral, bitki ve hayvan âlemlerinin gelişimi devam ederdi.” Doğanın süreci, insanın da içinde yer aldığı, bütüncül ve kapalı bir süreçtir. İnsanı doğru şekilde ancak, insanın —ölümünde bile— kozmik sürecin içinde durduğunu düşündüğümüzde anlayabiliriz.
(21) Eğer bu düşünceleri ciddiyetle ele alırsanız, o zaman şu düşünce sizi hiç şaşırtmayacaktır: İnsan ruhsal dünyadan fiziksel dünyaya inerken, fiziksel bir bedenle giydirilir. Elbette ki çocukken aldığımız beden ile ölürken bıraktığımız beden aynı değildir. O bedende bir şeyler olmuştur. Bu ‘olan şey’, yalnızca insanın ruhsal güçlerinin bedeni sarmasıyla gerçekleşebilir. Hepimiz, hayvanların yediği şeyleri yeriz; yani, dışsal maddeyi hayvanlar gibi dönüştürürüz. Ancak biz, bu dönüşümü, hayvanların sahip olmadığı bir şeyin etkisi altında yaparız: ruhsal dünyadan inip insan bedenine birleşen bir güç.
Böylece biz, maddeyle bitki ya da hayvanların yaptığı gibi değil, farklı bir şekilde işleriz. Ölümde toprağa verdiğimiz insan bedenindeki madde, dönüşmüş bir maddedir — doğumda aldığımızdan farklıdır. İnsan doğumda aldığı madde ve güçleri, yaşam sürecinde yeniler ve onları dönüşmüş hâlde toprağa geri verir. Yani, insan, yaşam boyunca, fiziksel-duyusal Dünya sürecine, sürekli olarak ruhsal âlemden bir akış sağlar.
İnsan doğumla birlikte ruhsal dünyadan aşağıya bir şey getirir, sonra yaşamı boyunca dışarıdan madde ve güç alır ve ölümde bunu Dünya’ya geri verir. Böylece insan, duyusal dünyaya sürekli bir ruhsal damla akışı sağlar. Ancak bu noktada önemli olan şudur: Bu damlalar, eğer insan onları alıp Dünya’ya aktarmasaydı, yeryüzü için verimsiz kalırdı. İnsan doğduğunda bu damlaları almaya başlar ve öldüğünde onları geri verir — bu, Dünya’nın ruhsal güçlerle sürekli olarak gübrelenmesidir. İşte bu gübreleme sayesinde, ruhsal güçler Dünya’nın evrimsel sürecini ayakta tutar. İnsan cesedi olmadan, Dünya çoktan ölmüş olurdu.
Doğum Ölüm
Şekil 6: İnsan hayatı
(22) Tüm bunları söyledikten sonra şimdi şu soruyu sorabiliriz: Ölüm güçlerinin insan doğasıyla ilgisi nedir? Elbette, doğada sürekli etkin olan ölüm getiren güçler insan doğası üzerinde de etkilidir. Eğer insanlar doğayı sürekli olarak canlandırmasaydı, doğa ölürdü. Peki, bu ölüm getiren güçler insan doğasına nasıl etki eder?
Bu güçler, iskelet yapısından sinir sistemine kadar uzanan tüm insan özelliklerini oluşturur. Kemikleri ve onlarla bağlantılı her şeyi şekillendiren şeyin, diğer sistemleri şekillendiren şeylerden doğası tamamen farklıdır. Ölüm getiren güçler üzerimizde etkilidir — eğer bu güçleri olduğu gibi bırakacak olursak, insan kemiği hâline geliriz. Bu güçler üzerimizde etkilidir — eğer onları zayıflatırsak, insan siniri hâline geliriz.
Peki, sinir nedir? Sinir, sürekli olarak kemik olmak isteyen ama iskelet ve sinir sistemi dışında kalan insan doğasının diğer yönleri tarafından bu arzusu engellenen bir şeydir. Sinir, sürekli sertleşmeye çalışır ve bu süreçte, insan kemiği gibi, ölü hâle gelme yönünde baskı altındadır. Hayvan kemiklerinde durum biraz farklıdır — onlar insan kemiklerinden çok daha canlıdır.
Dolayısıyla, insan doğasının bir yanını, iskelet ve sinir sistemi üzerinde etkili olan ölüm-akımı olarak düşünebiliriz. Bu, insan doğasının bir kutbudur.
(23) Diğer akım ise, sürekli yaşam veren güçlerin etkili olduğu yerlerdir — kaslar, kan ve bunlarla bağlantılı her şey. Sinirlerin kemiğe dönüşmemesinin tek nedeni, kanda ve kaslarda etkin olan bu yaşam güçlerinin, sinirlerin kireçlenme eğilimine karşı koymasıdır.
Raşitizm (kemiklerin uygun şekilde ölememesi), büyüme sırasında kemikler ile kan ve kaslar arasında yanlış bir ilişki olduğunda ortaya çıkar. Bu yüzden, kas ve kan ile iskelet ve sinir sistemi arasındaki doğru etkileşimi geliştirmek son derece önemlidir.
Gözün, kaslar ve kanda yaşayan isteme özünü, kemikler ve sinirlerdeki bilgelikle bağlayabilme yeteneği, kemikler ve sinirlerin göze olan özel ilişkisi sayesinde mümkün olur. Kemikler geri çekilir ve bir boşluk oluşturur, gözde ise yalnızca zayıflatılmış bir biçimleri olan sinirler kalır.
Yine burada, eski bilimin çok önemli gördüğü fakat modern bilimin çocukça bir fikir diyerek güldüğü bir anlayışa geliriz. Ancak modern bilim, farklı bir biçimde olsa da bu görüşe geri dönecektir.
(24) Eskiler, sinir maddesi ile kemik maddesi arasında bir ilişki olduğunu hissederdi. Onlar, insanların sadece sinirleriyle değil, kemikleriyle de düşündüğüne inanırlardı. Bu doğrudur. Soyut bilimde sahip olduğumuz her şeyi iskelet sistemimize borçluyuz.
Örneğin, insan neden geometri geliştirebilir? Yüksek düzeydeki hayvanların geometrisi yoktur; bunu onların yaşam tarzlarında görebiliriz. “Hayvanların da geometrisi olabilir ama biz bunu fark etmiyoruz” demek saçmalıktır. Geometriyi insanlar yaratır. Ama bir insan, örneğin bir üçgen fikrini nasıl geliştirir?
Eğer bir insanın üçgen fikrini geliştirdiğini ciddi şekilde düşünürsek, harika bir şey fark ederiz: İnsanlar salt geometrik hayal gücünden yola çıkarak üçgeni geliştirmiştir — ki bu şekil somut yaşamda doğrudan bulunmaz.
Dünyadaki olayların kalbinde yatan pek çok bilinmeyen şey, bu düşünceyle açığa çıkar.
Örneğin, bu odada belirli bir noktada durduğunuzu varsayın. Süpersensibl (duyu ötesi) bir varlık olarak, çeşitli zamanlarda farkında olmadan dikkate değer jestler yaparsınız. Örneğin, biraz sağa, biraz sola kayar, sonra başladığınız yere geri dönersiniz. Bu hareketlerle, farkında olmadan uzayda bir üçgen çizersiniz.
Şekil 7: Jestler
Bu tür hareketler gerçekten vardır, ancak onları algılamazsınız. Fakat dik duran bir omurgaya sahip olduğunuz için, bu hareketlerin gerçekleştiği düzlemde yaşarsınız.
(25) Hayvanlar bu düzlemde yaşamazlar çünkü omurilikleri farklı bir konumdadır; bu yüzden insanlar gibi bu hareketleri gerçekleştirmezler. İnsanın omuriliği dik olduğu için, insan bu hareketlerin düzleminde yaşar. İnsan bunun bilincinde değildir; şöyle demez: “Ben sürekli üçgen şeklinde dans ediyorum.” Ancak bir üçgen çizer ve “İşte bu bir üçgen!” der. Gerçekte, bu sadece farkında olmadan yapılan kozmik bir harekettir.
(26) Geometri dersinde geometrik şekiller çizerken kaydettiğiniz bu hareketler, aynı zamanda Dünya'nın da yaptığı hareketlerdir. Dünya, Kopernikçi bakış açısının ona atfettiğinden çok daha fazla harekete sahiptir; sürekli olarak başka, oldukça sanatsal hareketler gerçekleştirir. Daha karmaşık hareketler de vardır; örneğin geometrik cisimlerin — küp, oktahedron, dodekahedron — hareketleri. Bu cisimler birer fantezi değil, gerçektir; ancak bilinçsiz bir gerçekliktir. İnsan bilgisinin bilinçaltında, bu şekillerle ve diğer formlarla dikkate değer yankılar bulunur.
İskeletimiz büyük bir bilgiye sahiptir, ama bilincimizle iskeletin derinliklerine erişemediğimiz için bu bilgi silinir; geriye yalnızca insan eliyle çizilen geometrik şekillerde bir yansıması kalır. İnsan, kozmosla doğrudan bağlantılıdır ve insanın geometri geliştirmesi, aslında onun kozmos içinde yaptığı bir şeyin dünyevi bir modelidir.
(27) Burada bir tarafta sürekli olarak ölen bir dünya görüyoruz. Öte yandan ise, kanımızda ve kaslarımızda etkin olan, sürekli hareket eden, dalgalanan, sürekli oluş ve yaratım hâlinde olan bir şey var — her zaman bir embriyo gibi, içinde hiçbir şeyin ölmediği bir süreç.
İnsan olarak biz, içimizdeki ölme sürecini yavaşlatırız — sadece biz insanlar bunu yapabiliriz — ve bu sürecin içine yaratıcı bir süreç sokarız.
Eğer insanlar Dünya’da var olmasaydı, bu ölüm süreci çoktan tüm Dünya'ya yayılmış olurdu ve Dünya büyük bir kristalleşmiş forma dönüşürdü. Artık bireysel kristaller bile var olamazdı. İnsanlar olarak biz, bu büyük kristalleşme sürecinden bireysel kristalleri çekip çıkarır ve onları, insani gelişimimiz için ihtiyaç duyduğumuz süre boyunca koruruz. Böylece biz, Dünya'nın yaşamında da etkinliği sürdüren varlıklarız.
İnsanlar, Dünya’nın yaşamını sürdürür; bu nedenle, insanlık Dünya'nın yaşamından ayrılamaz.
Pessimist düşünür Eduard von Hartmann, bir gün insanlığın öyle olgunlaşacağını ve tüm insanların topluca intihar edeceğini söylemişti — bu düşünce, özünde gerçek bir fikirdi.(16) Bilimsel bakış açısının sınırları nedeniyle Hartmann bununla yetinmedi; insanların hepsinin intihar etmesini yeterli görmedi, aynı zamanda Dünya’nın da patlatılmasını istedi. Ancak bunu eklemesine gerek bile yoktu: Yalnızca büyük intihar gününü ilan etmesi yeterliydi, Dünya zaten yavaş yavaş kendini yok edecekti!
Çünkü insanların Dünya’ya kattıkları olmadan, yeryüzü gelişimini sürdüremez. Bu bilgiyi duygu dünyamıza kadar sindirmemiz gerekir. Artık bu şeyleri anlamak zorundayız.
(28) Belki de en eski yazılarımda tekrarlayan bir düşüncenin, bilgiyi mevcut düşünceden farklı bir temele oturtmak isteğim olduğunu hatırlıyorsunuzdur. Anglo-Amerikan felsefesinde insan, yalnızca dünyanın bir gözlemcisidir. İçsel ruhsal süreçleriyle insan, dünyayı sadece izler. Bu bakış açısına göre, eğer insanlar var olmasaydı ve ruhları dış dünyada gerçekleşen olayları yeniden yaşamazsa, her şey yine de olduğu gibi kalırdı. İnsanlar, bu düşüncenin hem az önce tartıştığım doğal bilimsel gelişmeler için hem de felsefe için geçerli olduğunu düşündüler. Modern filozoflar dünya gözlemcisi olarak oldukça rahatlar, yani bilişin ölen öğesi içinde oldukça rahattırlar. Bilişi bu ölen öğeden çıkarmak istedim. Bu nedenle, insanın yalnızca bir gözlemci olmadığını her zaman tekrar ettim. Daha ziyade, insan büyük kozmik olayların tekrar tekrar sahnelendiği dünya sahnesidir. İnsan, ruhsal yaşamıyla dünya olaylarının sahnesidir. Bu görüşü felsefi ve soyut bir biçimde böyle ifade edebiliriz. Truth and Knowledge adlı kitabımın son bölümünde vurguladığım gibi, insanlarda meydana gelen şeyler için doğanın geri kalanında eşdeğer bir şey bulamayız. Doğanın geri kalanı, aynı zamanda bir kozmik süreç olan doğa, insanın içine girer. İnsan ruhu, yalnızca insanın değil, aynı zamanda bir kozmik sürecin oynandığı bir sahnedir. Bugün, bunu birçok insanın anlaması zor. Ancak, bu görüşlere nüfuz etmezseniz, iyi bir öğretmen olmanız imkansızdır.
(29) İnsanlarda gerçekte ne olur? Bir yanda iskelet-sinir etkinliği, diğer yanda kan-kas etkinliği vardır. Bu iki etkinliğin etkileşimi sürekli olarak maddeyi ve enerjiyi yeniden yaratır. Dünya, insanların madde ve enerji yaratması sayesinde ölümden kurtulur. Şimdi, az önce söylediğim şeyi, yani kanın sinirlerle bağlantısı aracılığıyla madde ve enerji yaratma işlevini, önceki dersimde söylediğim kanın sürekli olarak ruhsallığa doğru ilerlediği ve orada dirençle karşılaştığı fikriyle ilişkilendirebilirsiniz. Bu iki düşünceyi daha da bağlantılandıracağız ve geliştireceğiz. Ancak, zaten insanların yaygın olarak kabul ettiği enerji ve madde korunumu fikrinin ne kadar yanlış olduğunu görebilirsiniz. Normalde sunulduğu haliyle, insan doğasını gerçek anlamda kavramaya bir engeldir. Bilim için verimli bir şey ancak insanlar enerji ve maddenin korunumu hakkındaki düşüncelerini şu sentez düşüncesiyle değiştirdiğinde elde edilebilir: Hiçbir şey hiçlikten gelmese de, bir şey öyle bir şekilde dönüşebilir ki artık var olmaz ve yerine başka bir şey ortaya çıkar.
(30) Düşüncelerimizin ne kadar yanlış yönlendirildiğini görüyorsunuz. Örneğin, fizik kitaplarında Enerji ve Maddenin Korunumu Yasası gibi bir şey oluşturur ve bunu bir doğa yasası olarak ilan ederiz. Bu, düşüncelerimizde ya da daha genel olarak ruh yaşamımızda şeylerin tek taraflı bir açıklamasına yönelik belirli bir eğilimin sonucudur. Halbuki yalnızca geliştirdiğimiz fikirlerden yola çıkarak bazı önermeler yapmalı, yasalar ilan etmemeliyiz. Örneğin, fizik kitaplarında Geçirimsizlik Yasası bulunabilir: Uzayda bir nokta üzerinde bir cisim varsa, aynı anda başka bir cisim orada bulunamaz. Bu, cisimlerin genel bir özelliği olarak belirtilir. Ancak, söylememiz gereken şey, doğası gereği uzayda bulundukları noktada başka bir varlığın aynı anda bulunmasını engelleyen varlıkların geçirimsiz olduğudur. Kavramları sadece bir alanı diğerinden ayırmak için kullanmalıyız. Evrensel olduğunu iddia eden tanımlar yapmamalı, yalnızca önermeler oluşturmalıyız. Bu nedenle, Enerji ve Maddenin Korunumu Yasası'nı oluşturmamalı, bunun anlamlı olduğu varlıkları araştırmalıyız. On dokuzuncu yüzyılda, yasalar oluşturup bunları her şey için geçerli olduğunu iddia etmek gibi bir eğilim vardı. Oysa, şeylere ruh yaşamımızın gözlem gücüyle yaklaşmalı ve onları olduğu gibi deneyimlemeliyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder