Dün, iradenin insan organizmasına nasıl entegre olduğunu konuştuk. Şimdi, irade ile insan arasındaki ilişki hakkında öğrendiklerimizi kullanarak insan doğasının geri kalanına dair bir bakış elde etmek istiyoruz.
(2) Şu ana kadar, insanı ele alışımın çoğunlukla iki etkinlik üzerine odaklandığını fark etmiş olabilirsiniz: zihinsel/bilişsel etkinlikler ve irade etkinlikleri. Düşünmenin sinir sistemiyle, irade gücünün ise kan dolaşımıyla nasıl ilişkili olduğunu gösterdim. Bunları düşündüğünüzde kendinize üçüncü ruh yetisi olan “duyumsama” (hissetme) ile durumun ne olduğunu sorabilirsiniz. Bu konuya şimdiye kadar değinmedik. Ancak bugün hissetme etkinliği üzerinde daha fazla durdukça, insan doğasının diğer iki yönüne – biliş ve iradeye – daha derinlemesine nüfuz edebileceğiz.
(3) Ancak, başka bağlamlarda da belirttiğim gibi, ruhun üç yetisini – düşünme, hissetme, irade – pedagojik bir şekilde birbirinden ayırmamamız gerektiği konusunda net olmalıyız. Çünkü yaşayan ruhta bir etkinlik daima diğerlerini içerir.
(4) İrade ile başlayalım. Şüphesiz farkındasınızdır ki, düşünmeden, yani bilişsel bir etkinlik olmadan bir şeyi gerçekten isteyemezsiniz. Yalnızca isteme üzerine, yüzeysel de olsa, odaklanmaya çalışın. İrade eyleminin içinde daima bir tür düşünce olduğunu göreceksiniz. Eğer bir irade eyleminden düşünce çıkarılsaydı, insan bile olamazdınız. İradenizden doğan eylemleri düşünceyle bütünleştirmeseydiniz, her iradi davranışınızı aptalca ve içgüdüsel biçimde gerçekleştirirdiniz.
(5) Aynı şekilde, nasıl ki tüm isteme içinde düşünme varsa, tüm düşünme içinde de isteme vardır. Kendinizi yüzeysel de olsa gözlemlediğinizde, düşündüğünüzde düşünceleri oluştururken isteme unsurunun da işin içine girdiğini fark edeceksiniz. Düşünceleri oluşturma biçiminize, onları birbirine bağlayışınıza ve karar verme sürecinize ince bir isteme etkinliği nüfuz eder.
(6) Bu nedenle diyebiliriz ki: İstemek esasen bir irade etkinliğidir ve içinde düşünme akışı barındırır; düşünmek ise esasen bir düşünce etkinliğidir ve içinde irade barındırır. Yani bireysel ruh etkinliklerini gözlemlemek için katı çizgilerle ayırmak mümkün değildir; biri diğerine akar.
(7) Ruhsal etkinliklerin birbirine geçişli yapısını bedensel olarak da görebilirsiniz. Örneğin insan gözü: sinirler göze kadar uzanır, ama aynı şey kan damarları için de geçerlidir. Sinirler göze ulaştığında düşünme ve bilişsel etkinlik de oraya ulaşır; kan damarları ise isteme etkinliğini taşır. Böylece isteme ve biliş, bedenin duyusal etkinliklerinin en uç noktalarına kadar birbiriyle bağlantılıdır. Bilişsel unsurlar sinir yolları aracılığıyla istemeye ve harekete girer; isteme unsurları da kan damarları aracılığıyla girer. Bu, tüm duyular ve istemeye hizmet eden tüm uzuvlar için geçerlidir.
(8) Şimdi bilişsel etkinliğin özelliklerini de öğrenmeliyiz. Bunlardan daha önce bahsettim, ancak insan etkinliğinin tüm yapısı içinde düşünme ve bilişe yönelen her şeyin farkında olmamız gerekiyor.
Daha önce de söylediğim gibi, biliş ve düşünme içinde antipati barınır. Ne kadar garip görünse de, düşünmeye yönelen her şeyi antipati kaplar. Şöyle diyebilirsiniz: “Bir şeye baktığımda, kesinlikle antipatik olmuyorum ki!” Ama yine de aslında öylesiniz. Bir nesneye baktığınızda antipati uygularsınız. Eğer gözünüzde yalnızca sinir etkinliği olsaydı, baktığınız her nesne size itici ve antipatik gelirdi. Görme sırasında yaşanan antipati duygusu bilincinizde bastırılır, çünkü gözün fiziksel yapısına kadar ulaşan kan damarları nedeniyle her göz etkinliğine irade etkinliği, yani sempati dâhil olur. Gözlem dediğimiz nesnel edim, sempati ve antipati arasındaki bu denge sayesinde gerçekleşir. Bu denge bilinçli olarak fark edilmez ama etkinlik içinde vardır.
(9) Daha önce de belirttiğim gibi, eğer Goethe’nin Renk Kuramı’nın özellikle “fizyolojik-didaktik” kısmını incelerseniz, görme sürecinin daha derin boyutlarını kapsadığı için renk tonlarında sempati ve antipatiyi gözlemleyebildiğini görürsünüz. Yalnızca bir duyu organının etkinliğine biraz nüfuz etmeniz yeterlidir; hemen görürsünüz ki, sempati ve antipati duyumsamanın içinde ortaya çıkar. Antipati bilişsel yön, kavramsal yön ve sinirlerde köklenir; sempati ise irade yönünde, kanda köklenir.
(10) Genel antroposofik konferanslarımda, hayvanların gözleriyle insanların gözleri arasındaki önemli farkı sık sık vurguladım.
Hayvanların gözlerinde insana kıyasla karakteristik biçimde daha fazla kan etkinliği bulunur. Hatta bazı hayvanlarda bu kan etkinliğine hizmet eden özel yapılar bile vardır — örneğin falciform çıkıntı (falciform process) ya da katmanlı pecten gibi organlar. Bu yapılardan görebileceğiniz gibi, hayvanların gözünde insana göre çok daha fazla kan etkinliği vardır. Aynı durum diğer duyu organları için de geçerlidir. Bu da demektir ki hayvanlar, duyuları yoluyla çevreleriyle daha fazla sempati geliştirirler — bu sempati genellikle içgüdüseldir.
Buna karşın, insanlar çevreleriyle daha fazla antipati içindedirler — bu genellikle bilinçsizdir. İnsanlar bu antipatiyi yalnızca çevrelerinden gelen yoğun etkiler karşısında iğrenme (tiksinti) gibi duygularla bilinçli hâle getirirler. Bir şey sizi tiksindirdiğinde, bu yalnızca olağan duyumsamanın yoğunlaşmış bir hâlidir. Kötü kokan bir yere gittiğinizde ve bu sizi tiksindirdiğinde, bu tiksinme hissi, aslında her duyumsamanın içinde olan ancak genellikle bilinçdışı kalan antipatik etkinliğin açığa çıkmış hâlidir.
Eğer biz insanlar, çevremize karşı hayvanlar kadar az antipati duyuyor olsaydık, çevremizden kendimizi bu kadar ayrı hissedemezdik. Hayvanlar çevrelerine çok daha fazla sempati duyarlar, bu yüzden çevreye daha fazla entegredirler ve bu nedenle iklime, mevsime ve doğaya daha fazla bağımlıdırlar.
İnsan ise, çevresine karşı bilinçdışı antipati geliştirdiği için bireysellik hissine sahiptir. Çevremizden kendimizi ayırabilmemiz, bu antipatik tepki sayesinde olur. Bu ayrım duygusu, bireysel benlik bilincimizin temelidir.
Burada insanı anlamak açısından önemli bir noktaya geliyoruz.
(11) Daha önce düşünme ile istemenin—yani fizyolojik olarak sinir ve kan etkinliğinin—bilişsel ya da düşünsel faaliyetlerde nasıl birleştiğini gördük. Aynı şekilde, bu iki alan etkin iradede de birleşir.
(12) Bir şeyi istemek istediğimizde, daima onunla sempatik bir ilişki geliştiririz. Ancak bu ilişki yalnızca içgüdüsel bir arzu olarak kalırdı, eğer bu sempatinin içine kişiliğimizle aramıza mesafe koyan bir antipati katamasaydık. Yani istediğimiz şeyle aramızda bir denge kurmamız gerekir; bu dengeyi ancak istemeye biraz antipati katarsak sağlayabiliriz.
Yine de bu antipati çoğunlukla bilinçli değildir. Bir şeyi istememizde asıl baskın olan şey sempatidir. Bu sempati, yalnızca bazı özel durumlarda, örneğin gerçek bir coşku, adanmışlık veya sevgi ile bir şey istediğimizde bilince yükselir. Ancak bu gibi durumlarda irademiz sevgiyle öylesine dolup taşar ki, o sempatik eğilim artık bilinçli olur. Aksi hâlde, irade yalnızca çevreyle nesnel bir bağ kurar.
Tıpkı çevremize yönelik antipati duygumuzun sadece özel bilişsel anlarda bilinçli hâle gelmesi gibi, çevremize yönelik sürekli var olan sempati de ancak heyecan ve içten gelen bağlılık gibi olağanüstü durumlarda bilince çıkar. Aksi takdirde tüm davranışlarımız içgüdüsel kalırdı. Dünyanın bizden nesnel olarak talep ettiği şeye, özellikle sosyal yaşamda, ancak istememizi düşünceyle bütünleştirerek karşılık verebiliriz. Bu birleşme, bizi hem birey olarak insan bütünlüğüne hem de kozmik sürece dâhil eder.
(13) Eğer şimdiye dek tarif ettiğim bu süreçlerin tamamı normal yaşamda bilinçli olsaydı, insan yaşamının nasıl olacağını bir düşünün.
Eğer insan ruhundaki bu süreçler bilinçli olsaydı, yaptığımız her eylemin yanında var olan antipatiyi daima hissederdik. Bu korkunç bir şey olurdu! İnsanlar dünyada sürekli olarak bir antipati atmosferi içinde yaşadıklarını hissederlerdi. Oysa dünya, son derece bilgece düzenlenmiştir: Her ne kadar eylemlerimizde antipati gerekli bir güç olsa da, bu antipati genellikle bilinçdışında kalır ve bilinçli farkındalığa çıkmaz.
(14) Burada insan doğasının ilginç bir gizemine değiniyoruz — ki her vicdanlı insan bu gizemi içten içe hisseder, ama bir öğretmen bunu bilinçle kavramak zorundadır.
Çocuklar, neredeyse tüm davranışlarını sadece sempatiyle gerçekleştirir. Ne kadar garip gelse de, çocukların yaptığı her şey, yaptıkları işe karşı duydukları sempatiye dayanır. Sempatinin dünyaya gelişi, güçlü bir sevgi ve irade ifadesidir.
Ancak bu böyle kalamaz. Bu sempatiyi düşünceyle aydınlatmamız, yani sürekli olarak düşünceyle yoğurmamız gerekir. Bu, ahlaki idealleri içgüdüsel dürtülerimize entegre ettiğimizde gerçekleşir.
İşte burada antipati devreye girer. Eğer çocukluktaki içgüdüsel eğilimler — ki onlar sempatiktir — hayat boyunca yalnızca böyle kalsaydı, biz insanlar sadece hayvansı şekilde gelişirdik. Bu nedenle, bu içgüdülere karşı antipati geliştirmeliyiz. Bu da ancak ahlaki idealler sayesinde olur; çünkü bu idealler, içgüdülere antipatik davranır. Yani, biz bu idealleri çocukluk sempatisine, içgüdülerimize kattığımızda, hayatımız boyunca o sempatiye antipatiyi ekleriz.
Böylece ahlaki gelişim her zaman biraz asketik bir süreçtir; ama bu asketizmi doğru anlamamız gerekir. Bu, insanın içindeki hayvansılığı bastırma sürecidir.
(15) Şimdiye kadar söylediklerimden şunu öğrenmeliyiz:
İnsanın pratik eylemlerindeki isteme, yalnızca irade olarak kalmaz; bu eylemlerin içine ne dereceye kadar düşünce ve bilişsel etkinlik nüfuz eder, onu da kavramalıyız.
(16) İnsanın hissetme yetisi, düşünme ile isteme arasında tam ortada yer alır.
Eğer isteme ve düşünmeyi, daha önce anlattığım şekilde gözünüzde canlandırırsanız, şu resim ortaya çıkar:
• Sempati — yani isteme — ortadaki bir noktadan bir yöne doğru akar.
• Antipati — yani düşünme — diğer yöne doğru akar.
• Ama istemedeki sempati, düşünmeyle ilişki içindedir.
• Ve düşünmedeki antipati, istemeyle etkileşim hâlindedir.
İnsan, bir yönü baskın olarak gelişmişken bile diğer yönle etkileşim kurabildiğinde bütünleşir. Hissetme, düşünme ve istemenin tam ortasında yer alır. Bir yönüyle düşünmeye, diğer yönüyle istemeye bağlanır.
Ve tıpkı düşünme ile istemeyi ruh içinde net şekilde ayırmanın ne kadar zor olduğunu gördüğümüz gibi, hissetme için de bu ayrım çok daha zor hale gelir. Çünkü hissetme, düşünme ve istemenin unsurlarını çok daha sıkı bir şekilde birbirine bağlar.
İstem
Antipati Sempati
Düşünme
His
Şekil 8: His, düşünme ve istem
(17) Basit bir öz gözlem bile, eğer dikkatli yapılırsa, bu söylediklerimin doğruluğunu fark etmenize yeter. Genellikle, nesnel bir irade eylemini gerçekleştirmek için coşku veya sevgi gerekir. Bu durumda, yapılan iş yalnızca bir istek değil, aynı zamanda öznel bir his ile doygun hale gelmiş bir iradedir.
Daha yakından baktığınızda, örneğin Goethe’nin renk kuramında, duyumsamanın içine hissin nasıl karıştığını görebilirsiniz. Duyumsama arttığında tiksintiye ya da bir çiçeğin kokusunu içe çekmenin keyfine dönüştüğünde, hissetmenin duyumsamaya nasıl katıldığını açıkça görebilirsiniz.
(18) Ancak his, yalnızca duyumsamaya değil, aynı zamanda düşünmeye de katılır.
Bir zamanlar Heidelberg’de, ünlü psikolog Franz Brentano7 ile mantıkçı Sigwart8 arasında dikkat çekici bir felsefi tartışma yaşanmıştır. Bu iki düşünür, insanın yargılama yetisi üzerine fikir ayrılığına düşmüştü:
Sigwart, “İnsanlar ‘İnsanlar iyi olmalıdır’ gibi bir yargıda bulunduğunda, bu yargının her zaman bir duygu içerdiğini” savundu. Ona göre, hissin kendisi kararı şekillendiriyordu.
Brentano ise yargı ile hissi tamamen ayrı görüyordu. Duygunun yargılamaya katılmasının yargının öznel hale gelmesine neden olacağını, oysa yargıların nesnel olması gerektiğini savunuyordu.
(19) Bu tartışma bize şunu gösteriyor: Ne psikologlar ne de mantıkçılar, ruhsal etkinliklerin gerçek doğasını — yani iç içe geçişlerini — doğru şekilde anlayabilmişlerdir.
Bu konuda düşünmemiz gereken iki yön var:
Yargı yetimiz, elbette nesnel olmalıdır. Örneğin “İnsanlar iyi olmalı” yargısı, bireysel duygularımıza bağlı olmamalıdır; bu yargının içeriği nesnel olmalıdır.
Ama yargıyı bilinçli bir biçimde kurabilmek için, bu nesnel içeriği önce ruhun bilincine almalıyız. Ve insan ruhunda bir yargıyı bilinçli olarak kurmak, his olmadan mümkün değildir.
Dolayısıyla Brentano ve Sigwart, birbirlerine karşıt değil tamamlayıcı bir noktada buluşabilirlerdi: Evet, yargının içeriği hissin dışında olmalıdır. Ancak bu yargının doğruluğuna ikna olmak, ancak his yoluyla mümkündür.
Hissetmenin düşünceye ve istemeye nasıl uzandığını takip ettiğinizde, hissin ruhsal etkinliğin tam ortasında durduğunu, özünü her iki yöne doğru yaydığını fark edersiniz.
Aynı zamanda hissetme; tamamlanmamış bir biliş, tamamlanmamış bir iradedir — bastırılmış biliş, bastırılmış iradedir. Yani hissetme, hem bilişte hem de istemede gizli biçimde yer alan sempatiden ve antipatiden oluşur. Çünkü sinir sistemi ile kan dolaşımı etkinlikleri içinde bu iki kutup zaten iç içe geçmiştir. Ancak bu karşıtlıklar, hissetmede artık gizli değil, belirgindir.
(20) Günümüzde kullanılan eksik felsefi yöntemlerle kesin kavramlara ulaşmanın ne kadar zor olduğunu görebilirsiniz. Kesin kavramlara ulaşmak istiyorsak, önce kendimizi geliştirmemiz gerekir. Ancak bugün, yalnızca ruhsal bilim (spiritüel bilim) bu tür kesin kavramlara ulaşmak için gerekli eğitimi sağlayabilir. Geleneksel bilim, kesin kavramlara sahip olduğunu düşünür ve antroposofinin sunduğu şeylerle alay eder. Ancak bilim, antroposofiden türetilen kavramların, yaygın biçimde kullanılanlardan çok daha kesin olduğunun farkında değildir; çünkü bu kavramlar gerçeklikten kaynaklanır, sadece kelime oyunlarından değil.
(21) Duygudan düşünceye doğru ve diğer yönde iradeye doğru ilerlediğinizde, duygunun ruhsal etkinliğin merkezinde, biliş ve isteme arasında yer aldığını ve özünü her iki yöne de yaydığını fark edersiniz. Aynı zamanda, duygu tamamlanmamış bir biliş ve tamamlanmamış bir istemedir; bastırılmış bir biliş ve bastırılmış bir istemedir. Bu nedenle duygu, biliş ve istemede gizli olarak bulunan sempati ve antipati öğelerinden oluşur. Sempati ve antipati her ikisinde de mevcuttur, ancak biliş ve istemede gizlidirler; çünkü sinir ve kan dolaşımı gibi bedensel etkinliklerde birbirleriyle etkileşim içindedirler. Oysa duyguda bu etkileşim açıkça görünür.
(22) Peki, hissin fiziksel ifadesi nedir?
İnsan bedenine baktığınızda, kan damarları ile sinir yollarının birbirine temas ettiği yerlerin her birinde gerçek his oluşur. Ancak örneğin duyu organlarında sinirler ve kan damarları o kadar incedir ki, bu his fark edilmez.
Görme ve işitme gibi duyularımızda da ince bir his vardır, ama biz bunu çoğu zaman algılamayız. Duyu organı ne kadar bedenin geri kalanından izoleyse, his o kadar az fark edilir.
• Göz, kemikli bir yuvanın içine yerleşmiştir ve bedenin geri kalanından neredeyse tamamen ayrıdır. Gözdeki sinirler ve damarlar çok incedir. Bu yüzden görmedeki his son derece bastırılmış durumdadır.
• Kulakta ise durum farklıdır. İşitme, görmeye kıyasla bedenin genel etkinliğine çok daha yakından bağlıdır. Kulakta çok sayıda farklı yapının bulunması, kulağı bedenin işleyişine çok daha doğrudan bağlar. Bu yüzden işitme sırasında hissin eşlik etmesi daha güçlüdür.
Özellikle sanatsal işitmede, insanlar çoğu zaman işitmenin ne kadarının biliş, ne kadarının his olduğunu ayırt etmekte zorlanır. Bu konu, modern sanat üretiminde doğrudan bir rol oynayan ilginç bir duruma temas eder.
(23) Muhtemelen hepiniz Richard Wagner’in “Die Meistersinger von Nürnberg” operasındaki Beckmesser karakterini bilirsiniz.
Peki Beckmesser neyi temsil eder? O, müziği teknik olarak anlayan ama duygunun işitsel algıyla nasıl etkileşime girdiğini tamamen unutan kişidir.
Wagner, Beckmesser’in karşısına kendini yansıttığı karakter olan Walther’i koyar. Walther, müziğin merkezinde hissin bulunduğuna inanır. Wagner’in bu görüşü, müzikte hissin baskınlığıdır.
Ancak bu görüşe karşı çıkan Eduard Hanslick, Viyana’da yaşayan önemli bir müzik estetikçisiydi. Hanslick, Wagner’in müziğinde hissin çok baskın olduğunu ve bunun müzikal olmadığını savundu. Ona göre gerçek müzik, tondan tona nesnel geçiş ile oluşur; hisle değil, arabesk gibi soyut yapıların içsel bağlantısıyla gelişir.
Hanslick, “Vom Musikalisch-Schönen” (Müzikal Güzel Üzerine) adlı eserinde, hisse dayalı müzik anlayışını küçümser ve yalnızca teknik olarak tonların ilişkisini esas alan müzik anlayışını savunur.
Bu kitap, psikolojik açıdan son derece ilginçtir. Hanslick'in müziğe karşı bu soğuk ama tutarlı yaklaşımı, dönemin psikoloji anlayışının ne kadar yetersiz olduğunu da gösterir. Çünkü ruh etkinliklerinin iç içe geçtiği gerçeği fark edilmiş olsaydı, bu tür tek taraflı görüşler ortaya çıkmazdı.
Buradan, günümüz bilimsel düşüncesinde büyük kafa karışıklığına yol açmış pedagojik bir gerçeğe dikkat çekmemiz gerekir.
Eğer bu konuşmalarda sizi ileride rehberlik edecek bir yola hazırlamamış olsaydım, o zaman mevcut tüm pedagojileri, psikolojileri, mantık sistemlerini ve öğretim yöntemlerini toparlayıp bunlardan öğretmenlik uygulamanızda kullanmak üzere bir şeyler derlemek zorunda kalırdınız.
(25) Ama bugün yaygın olan bu yaklaşımlar büyük bir psikolojik hataya dayanmaktadır.
Her psikolojide karşımıza çıkan sözde bir teori vardır: "Duyusal etkinlik" teorisi.
İnsanların duyu organlarını inceleme yöntemlerine baktığınızda, örneğin göz, kulak, burun gibi organların nasıl algıladığına dair araştırmalar yaparlar. Sonra bu verileri “duyusal etkinlik” adı verilen soyut bir kavram altında birleştirirler.
Bu, büyük bir yanılgıdır, devasa bir hatadır.
Eğer yalnızca fizyologların veya psikologların incelediği duyuları esas alırsanız, yalnızca fiziksel bedene bakarsanız, o zaman görme ile işitmenin doğasının tamamen farklı olduğunu görürsünüz. Göz ve kulak iki tamamen farklı yapıdır.
Üstelik dokunma duyusu gibi alanlar henüz yeterince araştırılmamıştır, hatta göz ve kulak kadar bile değil!
Ama şimdilik yalnızca göz ve kulakla sınırlı kalalım. Görme ve işitme o kadar farklıdır ki, bu iki eylemi birleştirip “genel duyusal etkinlik” gibi bir soyutlamaya indirgemek yalnızca bulanık bir teori yaratır.
Eğer gerçekten doğru ve sağlam düşünmek istiyorsak, yalnızca “gözün etkinliği”, “kulağın etkinliği”, “koklama organlarının işlevi” gibi çok daha spesifik biçimlerde konuşmalıyız. Çünkü bu organlar o kadar farklıdır ki, onları soyutlamaktan vazgeçmemiz gerekir.
(26) İnsanın ruhsal doğasını anlayabilmek için, benim Hakikat ve Bilim (Wahrheit und Wissenschaft) ve Özgürlük Felsefesi (Intuitive Thinking as a Spiritual Path: A Philosophy of Freedom) adlı eserlerimde çizdiğim temel yaklaşıma sadık kalmalıyız.
O zaman insanı soyutlamalara kapılmadan, gerçekliğe dayanarak anlayabiliriz. O zaman sağlam bir zeminde dururuz, çünkü insanın dünyaya “doğuştan hazır” olarak gelmediğini, gerçekliğin insan tarafından “fethedildiğini” fark ederiz.
İnsan gelişmeye devam eder; başlangıçta sahip olmadığı bir gerçekliği, düşünme ve algılama etkileşimiyle zamanla oluşturur.
Bu noktada Kantçılığın kültürümüzü nasıl etkilediğini de fark etmeliyiz. Kant ne yapar? Başlangıçta dogmatik bir biçimde şunu söyler:
“Etrafımızdaki dünyaya bakalım, ama bizde yalnızca bu dünyanın yansıması yaşar.”
Ve tüm felsefesini buradan türetir. Ancak Kant, çevremizde algıladığımız dünyada gerçekte ne olduğunu net biçimde ortaya koyamaz. Çünkü gerçeklik ne çevrededir, ne de yalnızca görünenlerdedir. Gerçeklik, ancak insan onu düşünme ve algılama yoluyla aktif olarak kazandığında ortaya çıkar.
Gerçekliğin en son aşaması, insan artık konuşamaz hâle geldiğinde, yani ölüm kapısından geçerken ulaşılan farkındalık hâlidir.
(27) Bugünkü kültürümüzde birçok yanlış varsayım yerleşmiştir ve bunlar özellikle eğitim alanında en yıkıcı etkilere yol açmaktadır. Bu nedenle görevimiz, bu yanlış kavramları doğru olanlarla değiştirmektir.
Ancak o zaman, öğretim faaliyetlerimizi olması gerektiği gibi, gerçek bir insani anlayışa dayanarak yürütebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder