10 Kasım 2025 Pazartesi

Waldorf okullarının liderliği ve yönetimi bağlamında karşılaşılan sorunlar, zorluklar ve paradokslar

 Waldorf okullarının liderliği ve yönetimi bağlamında karşılaşılan sorunlar, zorluklar ve paradokslar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Bu sorunlar genellikle okulun özerklik, self-yönetim ve Steiner'ın özgün pedagojik ilkelerine olan bağlılık kavramlarından kaynaklanmaktadır.

Karşılaşılan temel problemler ve yaşanan sorunlar şunlardır:

1. Self-Yönetim ve Uyum Zorlukları

  • Değişime Ayak Uyduramama: Özerklik ve self-yönetim kavramları, Waldorf eğitiminin temel değerleri olmasına rağmen, aynı zamanda birçok Waldorf okulunun hızla değişen toplumun taleplerini karşılamakta zorlanmasının ve adapte olamamasının ana nedenleridir.
  • Kalite Kontrolü ve Kriz Yönetimi: Kendi kendini yöneten okullar her zaman kalite sorunlarıyla, yetersiz eğitimli öğretmenlerle, veli şikayetleriyle ve diğer krizlerle başa çıkamazlar. Aynı zamanda, okul teftişlerinin ve okul düzenlemelerinin sıkı talepleriyle yüzleşmekte de yetersiz kalabilirler.
  • İdari Maliyetler: Çoğu okulda self-yönetimin hala uygulandığı Almanya'daki Waldorf okullarında, self-yönetim sanatlarında koçluk ve eğitim için yıllık olarak büyük meblağlarda danışmanlık ücreti ödenmektedir. Bu tür müdahalelerin sürdürülebilirliği ise kanıtlanmamıştır.
  • Yöneticiye Kayış ve Yenilik Eksikliği: Okullarda, finansal yönlerin öne çıktığı kilit kararları giderek daha fazla üstlenen, öğretmen olmayan yöneticilerin istihdam edilmesine yönelik artan bir eğilim vardır. Ayrıca, genel olarak okullarda pedagojik inovasyon eksikliği veya başka yerlerde kanıtlanmış inovasyonların bile benimsenmemesi söz konusudur.

2. Özerklik Kavramının Paradoksları

Self-yönetim kavramının kendisi çelişkiler ve belirsizlikler barındırmaktadır. Bu paradokslar yönetim süreçlerinde sorunlara yol açar:

  • Bireysel ve Kurumsal Özerklik: Tartışılan özerkliğin bireysel öğretmen özerkliği mi yoksa okul özerkliği mi olduğu belirsizdir. Bireysel öğretmen özerkliği ile meslektaşça self-yönetim nasıl uyum sağlamaktadır?
  • Karar Alma Süreçleri: Meslektaşça self-yönetim, karar almada fikir birliği ve oybirliği anlamına mı gelmektedir? Demokratik süreçler (oylama, basit veya güçlü çoğunluklar) hangi rolü oynamalıdır?
  • Pedagojik Olmayan Alanlar: Self-yönetim sadece okuldaki pedagojik faaliyetleri mi kapsamalıdır, yoksa maaşlar, bütçeler, iş sözleşmeleri veya bina projeleri gibi pedagojik olmayan faaliyetler de dahil midir? Öğretmenler kendi maaşlarını ve haklarını belirleyebilirler mi?

3. Erişilebilirlik ve Sosyal Eşitlik Sorunları

  • Elit Okullar Olarak Kalma: Devletten para almanın (özerkliği azaltacağı gerekçesiyle) kabul edilemez olduğu yönündeki duruşun bir sonucu olarak, Waldorf okulları dünyanın birçok yerinde zengin, orta sınıf, iyi eğitimli (çoğunlukla beyaz) insanlar için seçkin okullar olmaya devam etmektedir.
  • Finansman İkilemi: Okullar özel sektörde var olduğunda ve kapsayıcı olmak istediğinde bir ikilem ortaya çıkar: Ya öğretmenlere çalışmalarını yapmaları için yeterli ücreti ödemek üzere yüksek ücretler talep edilir ya da ücretler düşük tutulur, ancak bu durumda öğretmenlere minimal maaş ödenir ve öğretmenlerin başka işlerden veya ailelerinden mali destek alması gerekir. Bu duruma sihirli bir çözüm bulunmamaktadır.

4. Kurum İçi Kültürel ve Anlayış Sorunları

  • Muhafazakârlık ve Eleştiri Kaynağı: Steiner/Waldorf eğitimini, belirli biçimler ve içeriklerden oluşan tutarlı bir sistem olarak gören ve kurucunun niyetlerinin bir yaşam geleneği olarak oynandığı "köken anlatısına" dayandıran model, doğal bir muhafazakârlığa yol açmıştır. Bu yaklaşım aynı zamanda, her şeye bir cevabı varmış gibi görünen ve bir üstünlük duygusu yayan sistemlere karşı tepki gösteren çoğu eleştirinin temelinde yatmaktadır.
  • Yanlış Anlamalar ve Mitler: Birçok öğretmen inancı, yanlış anlamalara veya 'Steiner'a geri dönme' varsayımıyla meşruiyet verilen daha sonraki gelişmelere dayanmaktadır. Örneğin, Steiner'ın anaokulu uygulamasına nispeten az katkısı olmasına rağmen, geleneksel uygulamalar (Advent spirali gibi) sıklıkla köken anlatısına ait oldukları varsayımıyla haklı çıkarılır, oysa genellikle değillerdir.
  • Bireycilik ve Zayıf İş Birliği: Antroposofik sistemin "Ben" vurgusu, bireyin gelişimini topluluğun iyiliğiyle ilişkilendiren sosyal etik kurallara rağmen, bireycilik ve karizmatik liderler için rol modelleri yaratmayı teşvik ederek okul yönetimini zayıflatmıştır.
  • Kapalı Kapılar Kültürü: Self-yönetimle ilgili temel bir sorun, "gerçek" Waldorf öğretmenlerinin antroposof olduğunu veya antroposofiden yola çıkarak çalıştığını varsayan beklentinin yarattığı merkezi problemdir. Bu beceri ile iyi bir öğretmen olmak arasında açık bir ilişki bulunmamasına rağmen, okul kültürü "kapalı kapılar, küçük tımarhanelerindeki monarklar ve yalnız kahramanlar" etrafında şekillenmiştir.
  • İletişim Tarzı (Ders Formatı): Ders formatının gölge tarafı, pasif izleyiciye hitap eden, tek taraflı ve eril bir iletişim biçimi sunmasıdır; burada konuşmacı, retorik beceri aracılığıyla ikna etmeye çalışır ve söylediklerini kanıtlama zorunluluğundan kurtulur.

Waldorf okullarının finansmanı, toplumsal erişilebilirliği ve pedagojik kalitesi arasındaki gerilimler, büyük ölçüde okulun temel değeri olan self-yönetim (özerklik) kavramından kaynaklanmaktadır. Bu gerilimler, okulların toplumsal misyonunu yerine getirme çabalarını ve eğitim kalitesini doğrudan etkilemektedir.

İşte bu üç unsur arasındaki temel gerilim noktaları:

1. Finansman (Özerklik) ve Toplumsal Erişilebilirlik Gerilimi

Waldorf eğitiminin kurucularının orijinal fikirlerine göre, okulun self-yönetiminin ve öğretmen özerkliğinin mutlak çekirdek değerler olduğu kabul edilir. Bu değerlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan en büyük ikilem finansman ile ilgilidir:

  • Özerkliği Korumak (Devlet Fonunu Reddetmek): Waldorf hareketinin bir kısmı, devletten para almanın (her ne şekilde olursa olsun) okulların özerkliğinin az ya da çok bir kısmını kaybetmesine neden olacağını düşünmektedir. Bu duruşun bir sonucu, dünyanın birçok yerinde Waldorf okullarının zengin, orta sınıf, iyi eğitimli (çoğu zaman beyaz) insanlar için seçkin okullar olarak kalmasıdır.
  • Erişilebilirliği Artırmak (Devlet Fonunu Kabul Etmek): Waldorf hareketinin diğer bir kısmı ise eğitimin erişilebilir ve sosyal açıdan adil olması ve sosyal adalete katkıda bulunması için devlet finansmanının gerekli olduğunu görmektedir. Bu yaklaşım, demokratik hükümetin sorumluluğu olan düzenleme bedelini ödemeyi makul kabul eder, ancak bu süreç eğitim yetkilileriyle sürekli dikkatli bir diyalog gerektirir.

Temel gerilim, pedagojik özgürlük (özerklik) için yüksek öğrenim ücretlerine bel bağlamanın okulları doğal olarak seçkin bir konuma itmesi ve sosyal adaletten uzaklaştırmasıdır.

2. Finansman ve Pedagojik Kalite (Öğretmen Ücretleri) Gerilimi

Waldorf okullarının özel sektörde var olması ve aynı zamanda kapsayıcı olmayı hedeflemesi durumunda, öğretmen ücretleri ve okulun finansal yapısı arasında bir ikilem ortaya çıkar. Bu durum, doğrudan pedagojik kalitenin sürekliliğini etkilemektedir:

  • Yüksek Kaliteyi Finanse Etme: Okulun, öğretmenlere işlerini yapmaları için yeterli ücreti ödeyebilmesi için yüksek ücretler talep etmesi gerekir. Ancak bu, okulun erişilebilirliğini düşürür.
  • Erişilebilirliği Korumak: Okul ücretleri düşük tutulur ve burslar sağlanırsa (kapsayıcı olmak adına), sonuç olarak öğretmenlere asgari maaşlar ödenir. Bu, öğretmenlerin finansal gereksinimlerini karşılamak için başka işlerden veya ailelerinden destek almaları gerektiği anlamına gelir.

Bu finansal ikilemin sihirli bir çözümü yoktur. Öğretmenlerin finansal olarak desteklenmemesi, pedagojik yetkinlik ve süreklilik açısından sorunlar yaratabilir.

3. Özerklik ve Kurumsal/Pedagojik Kalite Gerilimi

Self-yönetim (özerklik) Waldorf eğitiminin ana değeri olsa da, bu durum aynı zamanda kurumsal kaliteyi ve yenilikçiliği zayıflatabilir:

  • Adaptasyon Eksikliği: Özerklik ve self-yönetim, birçok Waldorf okulunun hızla değişen toplumun taleplerini karşılamakta zorlanmasının ve adapte olamamasının ana nedenleridir.
  • Kalite Kontrolü Sorunları: Kendi kendini yöneten okullar, her zaman kalite sorunları, yetersiz eğitimli öğretmenler, veli şikayetleri ve diğer krizlerle başa çıkamazlar. Ayrıca, okul teftişlerinin ve katı okul düzenlemelerinin talepleriyle yüzleşmekte yetersiz kalabilirler.
  • Profesyonellik İhtiyacı: Waldorf okullarının profesyonel olması, yeterli nitelikli öğretmenlere sahip olması ve iyi bir eğitim kalitesi sunması (yani Winkelschulen—düşük kaliteli, düzenlenmemiş özel okullar—olmaktan kaçınması) gerektiği açıkça belirtilmiştir. Yüksek standartların sağlanması, öğretmenlerin self-yönetim ve meslektaşlık ilkesine rağmen, hesap verebilir olmasını gerektirir.

Bu, özerkliğin idealize edilmesinin, hızlı değişime ayak uyduramayan ve pedagojik yenilik eksikliği gösteren bir yapıya yol açabildiği anlamına gelir. Okulun özgün felsefesinin kalitesini koruması için öğretmenlerin sürekli olarak pedagojik antropoloji üzerine çalışması, gözlem yapması ve uygulamalarını sürekli olarak değerlendirmesi (uygulayıcı araştırması) gerekir.

Rudolf Steiner'ın pedagojik antropolojisi, Waldorf okullarının liderlik ve yönetim ilkelerinin günümüz bağlamına uyarlanmasını, katı bir organizasyonel modeli kopyalamak yerine üretken prensipler (generative principles) çıkarmayı ve bu prensipleri sürekli olarak mevcut koşullara uygulamayı sağlayarak mümkün kılar.

İşte Steiner'ın pedagojik antropolojisinin yönetim ilkelerinin uyarlanmasına nasıl rehberlik ettiğine dair temel yollar:

1. Köken Anlatısından Üretken Prensiplere Geçiş

Waldorf eğitimini anlamanın iki temel yolu vardır: Birincisi, onu Stuttgart'ta 1919'da Steiner tarafından yaratılan, belirli biçimler ve içeriklerden oluşan tutarlı bir sistem olarak görmek (köken anlatısı/origins narrative). İkincisi ise, bir dizi üretken prensibin ortaya çıktığı genel bir pedagojik antropoloji varsayımına dayanmaktır.

Günümüz bağlamına uyarlama, ikinci modeli esas almayı gerektirir:

  • Esneklik ve Uygulama Çeşitliliği: Pedagojik antropolojiden türetilen üretken prensipler, herhangi bir durumda, öğrencilerin fiili gelişim görevlerine ve ihtiyaçlarına yanıt veren bir uygulama üretmek için kullanılır. Bu, müfredat dahil olmak üzere uygulamanın koşullara bağlı olarak değişebileceği anlamına gelir.
  • Bağlama Özgü Çözümler: Yönetim alanında, geleneksel uygulamaları (örneğin, kararların nasıl alındığı gibi) kopyalamak yerine, ilkelerin bağlam içinde uygulanması gereklidir. Bu yaklaşım, farklı durumlarda ve zamanlarda farklı çözümler bulmaya izin verir.
  • Tarihsel Konumlandırma: Steiner'ın yönetim hakkındaki orijinal fikirleri (1919 Stuttgart'taki Waldorf Okulu'nun zamanı ve yeri ile sınırlıydı) tarihsel olarak konumlandırılmıştır. Bu nedenle, günümüzde anlamlı bir şekilde benimsenebilecek organize bir model veya doğru bir yöntem yoktur. Okulun organizasyon yapısı yerel olarak belirlenmeli, ancak bu üretken prensiplerle yönlendirilmelidir.

2. Pedagojik Antropoloji: İdeallerin Çeviri Aracı

Steiner'ın pedagojik antropolojisi, öğretmenlerin idealleri (eğitimin temel değerleri) ile fiili pratik (toplumsal ve yasal gereklilikler) arasındaki diyalektik ilişkiyi yönetmelerini sağlar.

  • Çocukların Gelişimine Odaklanma: Waldorf eğitiminin kalitesi, uygulamanın temeli olan Steiner'ın Foundations (Temel Fikirler) olarak adlandırılan pedagojik antropolojisine dayanır. Eğitimsel amaç ve sonuçlar, bürokratlar veya ekonominin beklentileri tarafından değil, eğitimciler tarafından tanımlanmalı ve geliştirilmelidir. Bunun nedeni, aksinin mevcut sosyal ve ekonomik düzeni yeniden üretmesi ve bireyin gelişimini engellemesidir.
  • "Nasıl"ı "Ne"den Ayırma: Pedagojik antropoloji, eğitimcilerin odağını "ne" öğretildiğinden (ki bu toplumsal zorunlulukların sonucudur) "nasıl" öğretildiğine (yani, çocuğun derin, kapsamlı ve sevgi dolu bir şekilde anlaşılması yoluyla yöntemlerin geliştirilmesine) kaydırmayı amaçlar. Bu, Waldorf Okulu'nun belirli bir dünya görüşüne sahip bir okul (Weltanschauungsschule) değil, yöntem okulu (Methodenschule) olması gerektiği fikrine dayanır.
  • Hesap Verebilirlik ve Kalite: Pedagojik antropoloji, öğretmenlerin uygulamalarını sürekli olarak değerlendirmelerini ve değiştirmelerini gerektirir. Yüksek standartların sağlanması, okulların profesyonel olmasını, yeterli nitelikli öğretmenlere sahip olmasını ve kaliteli eğitim sunmasını (düşük kaliteli, düzensiz özel okullar olan Winkelschulen olmaktan kaçınmasını) gerektirir.

3. Sürekli Değerlendirme ve Öğrenme Döngüsü

Güncel bağlama uyarlama, öğretmenler kurulunun (Konferenzen) sürekli bir uygulayıcı araştırması (practitioner research) ve öğrenme döngüsü yürütmesiyle sağlanır:

  • Pedagojik Uyum (Coherence): Öğretmenler kurulunun birincil işlevi, Foundations (Temel Fikirler) üzerinde birlikte çalışarak okulun pedagojik uyumunu oluşturmaktır. Bu, öğretmenlerin gözlemlerini ve deneyimlerini pedagojik antropolojinin merceği aracılığıyla yorumlamayı öğrenmelerini sağlar.
  • Uygulama Döngüsü: Waldorf pratiğinin gelişimi döngüsel bir süreçtir: Temel Bilgiden yola çıkılır, üretken prensipler belirlenir, gelişim görevleri okunur, uygulama geliştirilir ve ardından yansıtma ve araştırma ile döngü tekrar başlar. Bu süreç, uygulamaların kanıtlanmış olmasına rağmen "taşlaşmış" olmadığını ve sürekli olarak değerlendirilmesi ve geliştirilmesi gerektiğini gösterir.
  • Öğretmen Sorumluluğu: Antropolojik anlayıştan kaynaklanan özerklik, her öğretmenin eylemleri için tam kişisel sorumluluk almasını gerektirir. Bu, demokratik bir ilkedir ve bireysel yeteneklerin ve yaratıcılığın toplumun yararına serbest bırakılmasına dayanır.

Özetle, Steiner'ın pedagojik antropolojisi, öğretmenlere, sabit bir sistem sunmak yerine, okulların yerel yasal çerçevelere ve toplumsal gereksinimlere uyum sağlaması için kullanılabilecek pedagojik karar alma ve sürekli yenilenme ilkelerini sunar.



School leadership and governance in Waldorf /Steiner schools: A commentary on Steiner’s original ideas and practice.  

BY Martyn Rawson 

31 Ekim 2025 Cuma

Ders 6: Stuttgart/27 Agustos 1919 (Öğretmen Seminerleri)

Şimdiye kadar, çocukları eğitmek için gerekli olduğu ölçüde, insanı ruh açısından kavramaya çalıştık. Ancak tam bir tabloya sahip olabilmek için, insanın ruhsal, tinsel (spiritüel) ve bedensel yönlerini birbirinden ayırmalı ve her birini kendi bakış açısından ele almalıyız. İlk olarak, yaşamın en yakınında yer aldığı için, ruhu ele almayı tamamlayacağız.

Zaten insanı anlamak için sempati ve antipatiyi temel kavramlar olarak kullanarak ruh üzerinde yoğunlaştığımızı fark etmiş olmalısınız. Ruhu ele aldıktan sonra doğrudan fiziksel bedene geçmek uygun olmaz; çünkü ruhsal bilimsel bakış açısından biliyoruz ki, fiziksel bedeni ancak ruh ve tin’in (spiritin) bir açığa çıkışı olarak ele alırsak anlayabiliriz. Bu nedenle, ruh hakkında oluşturduğumuz genel tabloya şimdi insanı tin (spirit) açısından ele almayı da ekleyeceğiz. Antropolojinin yaptığı gibi, yani insanın fiziksel dünyada nasıl göründüğü konusunu ancak daha sonra ele alacağız.

(2) İnsanı herhangi bir açıdan anlamak istiyorsanız, her zaman ruhun üç bölümüne — düşüncede gerçekleşen biliş (kavrama), hissetme ve irade — geri dönmelisiniz. Şimdiye kadar bu üçü ile antipati ve sempati arasında ilişki kurduk. Şimdi ise bu üç unsuru — isteme, hissetme ve biliş — ruhsal açıdan ele alacağız. Ruhsal açıdan bakıldığında da isteme, hissetme ve düşünce-biliş arasında bir fark olduğunu göreceksiniz.

Bilinç Durumları: Düşünme, Hissetme, İsteme

Bilişsel algılama söz konusu olduğunda, kendinizi ışıkta yaşıyormuş gibi hissedersiniz. “Ben” (I), bu bilişsel etkinliğe tamamen dalmıştır. Bilişsel sürecin tamamında tam bilinçli bir şekilde yaşarsınız. “Bu kişi iyi biridir.” gibi bir yargı verirken, o düşüncenin her yönü tamamen bilinçli olarak deneyimlenmelidir. Eğer bu bilinçsizce oluşsaydı, kararlarımızda karanlık ve bilinçdışı bir öğe olurdu. Düşünsel bilişin en önemli özelliği tamamen bilinçli olmasıdır.

Ancak isteme (irade) için durum farklıdır. En basit isteme eyleminde bile, örneğin yürümek gibi, yalnızca yürüme düşüncesinin farkındasınızdır; kaslarınızda ve organizmanızda neler olduğuna dair hiçbir fikriniz yoktur. Ne kadar besin gerektiğini hesaplamazsınız ama bedeniniz bunu bilinçsizce yapar. İrade eylemlerimizde her zaman bilinçdışı bir öğe vardır.

Hissetme, isteme ve düşünme arasında ortada bir yerde yer alır. Hislerimiz hem bilinçli hem bilinçsiz öğeler içerir. Rüya görür gibi yaşanır. Yani uyanıklık hâlimiz içinde üç farklı bilinç durumu vardır: bilişte uyanıklık, histe rüya, istemede uyku.

Gerçek uykuda ruhun tamamı irade içinde yaşar. Gündüz ise yalnızca isteme kısmı uyur. Bu yüzden hisleri güçlü olan çocuklar genellikle hayalperesttir. Onlara güçlü duygularla yaklaşılırsa, bu duygular zamanla düşünce olarak uyanır.

İradenin güçlü olduğu ama hisleri zayıf olan çocuklar ise "uyuyan bir irade"ye sahip olabilir. Bu çocuklar zeki görünmeyebilir ama aslında iradeleri çok güçlüdür ve sadece henüz uyanmamıştır. Böyle çocuklar yürüyerek konuşmalı, yani düşünceyle iradeyi birleştiren egzersizler yapmalıdır. Örneğin: “Bu” (adım) “adam” (adım) “iyidir” (adım). Bu sayede iradeyi düşünceye uyandırmak mümkündür.

Benliğin (I) Üç Bilinç Durumundaki Hayatı

İnsan “Benliği”nin bu üç bilinç hâliyle ilişkisine bakalım. Evren faaliyetlerden oluşur. Isı, ateş, yaşam gücü gibi çevremizi dolduran güçler vardır. Biz fiziksel bedenimizle bu güçlerin içinden geçebiliriz. Ama Benliğimiz tüm bu güçlere odaklanamaz; bu yüzden evrenin kendisinde değil, onun bir görüntüsünde yaşarız.

Düşünsel bilişte yalnızca bu görüntülerle yaşarız. Hissetmede Benliğimiz bedeni gerçek anlamda geçirir. Eğer bu tamamen bilinçli olsaydı, ruh yanarcasına acı çekerdi. Bu yüzden hissi sadece rüya gibi deneyimleriz. İstemede ise bunu tamamen uyku hâlinde deneyimleriz. Eğer bunu uyanık yaşasaydık, korkunç acılar hissederdik.

Tablo: Benliğin Bilinç Durumları

Benlik (I) Bilinç Durumu Yaşantı Biçimi

Düşünce         Uyanıklık         Görüntüsel biliş

His                 Rüya                 İlham (inspirasyon)

İrade         Uyku                 Sezgi (intuition)

Sanatçılar ilhamdan bahsederken, aslında ruhlarındaki bilinçsiz sezgileri dile getirirler. Uyku hâlindeki iradenin bu sezgileri, sanat eseri olarak bilince taşınabilir.

Goethe’nin Faust’un ikinci bölümünü yazarken odada ileri geri yürüyerek dikte etmesi örnek verilir. Yürüyüş, irade etkinliği olarak ilhamı doğurur ve yazıya dökülür. Bu, düşüncenin sezgiye nasıl dönüşebildiğinin bir örneğidir.

İnsan Bedeni Neden Bu Şekildedir? Başımız vücudumuzun üstünde durur ve hareket etmez. Eğer kafamızın bacakları olsaydı ve yürüyebilseydi, düşünsel biliş mümkün olmazdı çünkü isteme uykusuyla örtüşürdü. Kafamız hareketsiz kalmalı ki düşünsel etkinlik mümkün olsun. Bedenimiz irade ile hareket ederken, başımız düşünceyle meşgul olur. İnsan bedeni bu şekilde oluşmuştur çünkü ancak bu sayede insan düşünceyle bilinçli olabilir.



25 Ekim 2025 Cumartesi

Ders 5: Stuttgart/26 Agustos 1919 (Öğretmen seminerleri)

Dün, iradenin insan organizmasına nasıl entegre olduğunu konuştuk. Şimdi, irade ile insan arasındaki ilişki hakkında öğrendiklerimizi kullanarak insan doğasının geri kalanına dair bir bakış elde etmek istiyoruz.

(2) Şu ana kadar, insanı ele alışımın çoğunlukla iki etkinlik üzerine odaklandığını fark etmiş olabilirsiniz: zihinsel/bilişsel etkinlikler ve irade etkinlikleri. Düşünmenin sinir sistemiyle, irade gücünün ise kan dolaşımıyla nasıl ilişkili olduğunu gösterdim. Bunları düşündüğünüzde kendinize üçüncü ruh yetisi olan “duyumsama” (hissetme) ile durumun ne olduğunu sorabilirsiniz. Bu konuya şimdiye kadar değinmedik. Ancak bugün hissetme etkinliği üzerinde daha fazla durdukça, insan doğasının diğer iki yönüne – biliş ve iradeye – daha derinlemesine nüfuz edebileceğiz.

(3) Ancak, başka bağlamlarda da belirttiğim gibi, ruhun üç yetisini – düşünme, hissetme, irade – pedagojik bir şekilde birbirinden ayırmamamız gerektiği konusunda net olmalıyız. Çünkü yaşayan ruhta bir etkinlik daima diğerlerini içerir.

(4) İrade ile başlayalım. Şüphesiz farkındasınızdır ki, düşünmeden, yani bilişsel bir etkinlik olmadan bir şeyi gerçekten isteyemezsiniz. Yalnızca isteme üzerine, yüzeysel de olsa, odaklanmaya çalışın. İrade eyleminin içinde daima bir tür düşünce olduğunu göreceksiniz. Eğer bir irade eyleminden düşünce çıkarılsaydı, insan bile olamazdınız. İradenizden doğan eylemleri düşünceyle bütünleştirmeseydiniz, her iradi davranışınızı aptalca ve içgüdüsel biçimde gerçekleştirirdiniz.

(5) Aynı şekilde, nasıl ki tüm isteme içinde düşünme varsa, tüm düşünme içinde de isteme vardır. Kendinizi yüzeysel de olsa gözlemlediğinizde, düşündüğünüzde düşünceleri oluştururken isteme unsurunun da işin içine girdiğini fark edeceksiniz. Düşünceleri oluşturma biçiminize, onları birbirine bağlayışınıza ve karar verme sürecinize ince bir isteme etkinliği nüfuz eder.

(6) Bu nedenle diyebiliriz ki: İstemek esasen bir irade etkinliğidir ve içinde düşünme akışı barındırır; düşünmek ise esasen bir düşünce etkinliğidir ve içinde irade barındırır. Yani bireysel ruh etkinliklerini gözlemlemek için katı çizgilerle ayırmak mümkün değildir; biri diğerine akar.

(7) Ruhsal etkinliklerin birbirine geçişli yapısını bedensel olarak da görebilirsiniz. Örneğin insan gözü: sinirler göze kadar uzanır, ama aynı şey kan damarları için de geçerlidir. Sinirler göze ulaştığında düşünme ve bilişsel etkinlik de oraya ulaşır; kan damarları ise isteme etkinliğini taşır. Böylece isteme ve biliş, bedenin duyusal etkinliklerinin en uç noktalarına kadar birbiriyle bağlantılıdır. Bilişsel unsurlar sinir yolları aracılığıyla istemeye ve harekete girer; isteme unsurları da kan damarları aracılığıyla girer. Bu, tüm duyular ve istemeye hizmet eden tüm uzuvlar için geçerlidir. 

(8) Şimdi bilişsel etkinliğin özelliklerini de öğrenmeliyiz. Bunlardan daha önce bahsettim, ancak insan etkinliğinin tüm yapısı içinde düşünme ve bilişe yönelen her şeyin farkında olmamız gerekiyor.

Daha önce de söylediğim gibi, biliş ve düşünme içinde antipati barınır. Ne kadar garip görünse de, düşünmeye yönelen her şeyi antipati kaplar. Şöyle diyebilirsiniz: “Bir şeye baktığımda, kesinlikle antipatik olmuyorum ki!” Ama yine de aslında öylesiniz. Bir nesneye baktığınızda antipati uygularsınız. Eğer gözünüzde yalnızca sinir etkinliği olsaydı, baktığınız her nesne size itici ve antipatik gelirdi. Görme sırasında yaşanan antipati duygusu bilincinizde bastırılır, çünkü gözün fiziksel yapısına kadar ulaşan kan damarları nedeniyle her göz etkinliğine irade etkinliği, yani sempati dâhil olur. Gözlem dediğimiz nesnel edim, sempati ve antipati arasındaki bu denge sayesinde gerçekleşir. Bu denge bilinçli olarak fark edilmez ama etkinlik içinde vardır.

(9) Daha önce de belirttiğim gibi, eğer Goethe’nin Renk Kuramı’nın özellikle “fizyolojik-didaktik” kısmını incelerseniz, görme sürecinin daha derin boyutlarını kapsadığı için renk tonlarında sempati ve antipatiyi gözlemleyebildiğini görürsünüz. Yalnızca bir duyu organının etkinliğine biraz nüfuz etmeniz yeterlidir; hemen görürsünüz ki, sempati ve antipati duyumsamanın içinde ortaya çıkar. Antipati bilişsel yön, kavramsal yön ve sinirlerde köklenir; sempati ise irade yönünde, kanda köklenir.

(10) Genel antroposofik konferanslarımda, hayvanların gözleriyle insanların gözleri arasındaki önemli farkı sık sık vurguladım.

Hayvanların gözlerinde insana kıyasla karakteristik biçimde daha fazla kan etkinliği bulunur. Hatta bazı hayvanlarda bu kan etkinliğine hizmet eden özel yapılar bile vardır — örneğin falciform çıkıntı (falciform process) ya da katmanlı pecten gibi organlar. Bu yapılardan görebileceğiniz gibi, hayvanların gözünde insana göre çok daha fazla kan etkinliği vardır. Aynı durum diğer duyu organları için de geçerlidir. Bu da demektir ki hayvanlar, duyuları yoluyla çevreleriyle daha fazla sempati geliştirirler — bu sempati genellikle içgüdüseldir.

Buna karşın, insanlar çevreleriyle daha fazla antipati içindedirler — bu genellikle bilinçsizdir. İnsanlar bu antipatiyi yalnızca çevrelerinden gelen yoğun etkiler karşısında iğrenme (tiksinti) gibi duygularla bilinçli hâle getirirler. Bir şey sizi tiksindirdiğinde, bu yalnızca olağan duyumsamanın yoğunlaşmış bir hâlidir. Kötü kokan bir yere gittiğinizde ve bu sizi tiksindirdiğinde, bu tiksinme hissi, aslında her duyumsamanın içinde olan ancak genellikle bilinçdışı kalan antipatik etkinliğin açığa çıkmış hâlidir.

Eğer biz insanlar, çevremize karşı hayvanlar kadar az antipati duyuyor olsaydık, çevremizden kendimizi bu kadar ayrı hissedemezdik. Hayvanlar çevrelerine çok daha fazla sempati duyarlar, bu yüzden çevreye daha fazla entegredirler ve bu nedenle iklime, mevsime ve doğaya daha fazla bağımlıdırlar.

İnsan ise, çevresine karşı bilinçdışı antipati geliştirdiği için bireysellik hissine sahiptir. Çevremizden kendimizi ayırabilmemiz, bu antipatik tepki sayesinde olur. Bu ayrım duygusu, bireysel benlik bilincimizin temelidir.

Burada insanı anlamak açısından önemli bir noktaya geliyoruz.

(11) Daha önce düşünme ile istemenin—yani fizyolojik olarak sinir ve kan etkinliğinin—bilişsel ya da düşünsel faaliyetlerde nasıl birleştiğini gördük. Aynı şekilde, bu iki alan etkin iradede de birleşir.

(12) Bir şeyi istemek istediğimizde, daima onunla sempatik bir ilişki geliştiririz. Ancak bu ilişki yalnızca içgüdüsel bir arzu olarak kalırdı, eğer bu sempatinin içine kişiliğimizle aramıza mesafe koyan bir antipati katamasaydık. Yani istediğimiz şeyle aramızda bir denge kurmamız gerekir; bu dengeyi ancak istemeye biraz antipati katarsak sağlayabiliriz.

Yine de bu antipati çoğunlukla bilinçli değildir. Bir şeyi istememizde asıl baskın olan şey sempatidir. Bu sempati, yalnızca bazı özel durumlarda, örneğin gerçek bir coşku, adanmışlık veya sevgi ile bir şey istediğimizde bilince yükselir. Ancak bu gibi durumlarda irademiz sevgiyle öylesine dolup taşar ki, o sempatik eğilim artık bilinçli olur. Aksi hâlde, irade yalnızca çevreyle nesnel bir bağ kurar.

Tıpkı çevremize yönelik antipati duygumuzun sadece özel bilişsel anlarda bilinçli hâle gelmesi gibi, çevremize yönelik sürekli var olan sempati de ancak heyecan ve içten gelen bağlılık gibi olağanüstü durumlarda bilince çıkar. Aksi takdirde tüm davranışlarımız içgüdüsel kalırdı. Dünyanın bizden nesnel olarak talep ettiği şeye, özellikle sosyal yaşamda, ancak istememizi düşünceyle bütünleştirerek karşılık verebiliriz. Bu birleşme, bizi hem birey olarak insan bütünlüğüne hem de kozmik sürece dâhil eder.

(13) Eğer şimdiye dek tarif ettiğim bu süreçlerin tamamı normal yaşamda bilinçli olsaydı, insan yaşamının nasıl olacağını bir düşünün.

Eğer insan ruhundaki bu süreçler bilinçli olsaydı, yaptığımız her eylemin yanında var olan antipatiyi daima hissederdik. Bu korkunç bir şey olurdu! İnsanlar dünyada sürekli olarak bir antipati atmosferi içinde yaşadıklarını hissederlerdi. Oysa dünya, son derece bilgece düzenlenmiştir: Her ne kadar eylemlerimizde antipati gerekli bir güç olsa da, bu antipati genellikle bilinçdışında kalır ve bilinçli farkındalığa çıkmaz.

(14) Burada insan doğasının ilginç bir gizemine değiniyoruz — ki her vicdanlı insan bu gizemi içten içe hisseder, ama bir öğretmen bunu bilinçle kavramak zorundadır.

Çocuklar, neredeyse tüm davranışlarını sadece sempatiyle gerçekleştirir. Ne kadar garip gelse de, çocukların yaptığı her şey, yaptıkları işe karşı duydukları sempatiye dayanır. Sempatinin dünyaya gelişi, güçlü bir sevgi ve irade ifadesidir.

Ancak bu böyle kalamaz. Bu sempatiyi düşünceyle aydınlatmamız, yani sürekli olarak düşünceyle yoğurmamız gerekir. Bu, ahlaki idealleri içgüdüsel dürtülerimize entegre ettiğimizde gerçekleşir.

İşte burada antipati devreye girer. Eğer çocukluktaki içgüdüsel eğilimler — ki onlar sempatiktir — hayat boyunca yalnızca böyle kalsaydı, biz insanlar sadece hayvansı şekilde gelişirdik. Bu nedenle, bu içgüdülere karşı antipati geliştirmeliyiz. Bu da ancak ahlaki idealler sayesinde olur; çünkü bu idealler, içgüdülere antipatik davranır. Yani, biz bu idealleri çocukluk sempatisine, içgüdülerimize kattığımızda, hayatımız boyunca o sempatiye antipatiyi ekleriz.

Böylece ahlaki gelişim her zaman biraz asketik bir süreçtir; ama bu asketizmi doğru anlamamız gerekir. Bu, insanın içindeki hayvansılığı bastırma sürecidir.

(15) Şimdiye kadar söylediklerimden şunu öğrenmeliyiz:

İnsanın pratik eylemlerindeki isteme, yalnızca irade olarak kalmaz; bu eylemlerin içine ne dereceye kadar düşünce ve bilişsel etkinlik nüfuz eder, onu da kavramalıyız.

(16) İnsanın hissetme yetisi, düşünme ile isteme arasında tam ortada yer alır.

Eğer isteme ve düşünmeyi, daha önce anlattığım şekilde gözünüzde canlandırırsanız, şu resim ortaya çıkar:

Sempati — yani isteme — ortadaki bir noktadan bir yöne doğru akar.

Antipati — yani düşünme — diğer yöne doğru akar.

Ama istemedeki sempati, düşünmeyle ilişki içindedir.

Ve düşünmedeki antipati, istemeyle etkileşim hâlindedir.

İnsan, bir yönü baskın olarak gelişmişken bile diğer yönle etkileşim kurabildiğinde bütünleşir. Hissetme, düşünme ve istemenin tam ortasında yer alır. Bir yönüyle düşünmeye, diğer yönüyle istemeye bağlanır.

Ve tıpkı düşünme ile istemeyi ruh içinde net şekilde ayırmanın ne kadar zor olduğunu gördüğümüz gibi, hissetme için de bu ayrım çok daha zor hale gelir. Çünkü hissetme, düşünme ve istemenin unsurlarını çok daha sıkı bir şekilde birbirine bağlar.

İstem


Antipati Sempati



Düşünme

His

Şekil  8: His, düşünme ve istem

(17) Basit bir öz gözlem bile, eğer dikkatli yapılırsa, bu söylediklerimin doğruluğunu fark etmenize yeter. Genellikle, nesnel bir irade eylemini gerçekleştirmek için coşku veya sevgi gerekir. Bu durumda, yapılan iş yalnızca bir istek değil, aynı zamanda öznel bir his ile doygun hale gelmiş bir iradedir.

Daha yakından baktığınızda, örneğin Goethe’nin renk kuramında, duyumsamanın içine hissin nasıl karıştığını görebilirsiniz. Duyumsama arttığında tiksintiye ya da bir çiçeğin kokusunu içe çekmenin keyfine dönüştüğünde, hissetmenin duyumsamaya nasıl katıldığını açıkça görebilirsiniz.

(18) Ancak his, yalnızca duyumsamaya değil, aynı zamanda düşünmeye de katılır.

Bir zamanlar Heidelberg’de, ünlü psikolog Franz Brentano7 ile mantıkçı Sigwart8 arasında dikkat çekici bir felsefi tartışma yaşanmıştır. Bu iki düşünür, insanın yargılama yetisi üzerine fikir ayrılığına düşmüştü:

Sigwart, “İnsanlar ‘İnsanlar iyi olmalıdır’ gibi bir yargıda bulunduğunda, bu yargının her zaman bir duygu içerdiğini” savundu. Ona göre, hissin kendisi kararı şekillendiriyordu.

Brentano ise yargı ile hissi tamamen ayrı görüyordu. Duygunun yargılamaya katılmasının yargının öznel hale gelmesine neden olacağını, oysa yargıların nesnel olması gerektiğini savunuyordu.

(19) Bu tartışma bize şunu gösteriyor: Ne psikologlar ne de mantıkçılar, ruhsal etkinliklerin gerçek doğasını — yani iç içe geçişlerini — doğru şekilde anlayabilmişlerdir.

Bu konuda düşünmemiz gereken iki yön var:

Yargı yetimiz, elbette nesnel olmalıdır. Örneğin “İnsanlar iyi olmalı” yargısı, bireysel duygularımıza bağlı olmamalıdır; bu yargının içeriği nesnel olmalıdır.

Ama yargıyı bilinçli bir biçimde kurabilmek için, bu nesnel içeriği önce ruhun bilincine almalıyız. Ve insan ruhunda bir yargıyı bilinçli olarak kurmak, his olmadan mümkün değildir.

Dolayısıyla Brentano ve Sigwart, birbirlerine karşıt değil tamamlayıcı bir noktada buluşabilirlerdi: Evet, yargının içeriği hissin dışında olmalıdır. Ancak bu yargının doğruluğuna ikna olmak, ancak his yoluyla mümkündür.

Hissetmenin düşünceye ve istemeye nasıl uzandığını takip ettiğinizde, hissin ruhsal etkinliğin tam ortasında durduğunu, özünü her iki yöne doğru yaydığını fark edersiniz.

Aynı zamanda hissetme; tamamlanmamış bir biliş, tamamlanmamış bir iradedir — bastırılmış biliş, bastırılmış iradedir. Yani hissetme, hem bilişte hem de istemede gizli biçimde yer alan sempatiden ve antipatiden oluşur. Çünkü sinir sistemi ile kan dolaşımı etkinlikleri içinde bu iki kutup zaten iç içe geçmiştir. Ancak bu karşıtlıklar, hissetmede artık gizli değil, belirgindir.

(20) Günümüzde kullanılan eksik felsefi yöntemlerle kesin kavramlara ulaşmanın ne kadar zor olduğunu görebilirsiniz. Kesin kavramlara ulaşmak istiyorsak, önce kendimizi geliştirmemiz gerekir. Ancak bugün, yalnızca ruhsal bilim (spiritüel bilim) bu tür kesin kavramlara ulaşmak için gerekli eğitimi sağlayabilir. Geleneksel bilim, kesin kavramlara sahip olduğunu düşünür ve antroposofinin sunduğu şeylerle alay eder. Ancak bilim, antroposofiden türetilen kavramların, yaygın biçimde kullanılanlardan çok daha kesin olduğunun farkında değildir; çünkü bu kavramlar gerçeklikten kaynaklanır, sadece kelime oyunlarından değil.

(21) Duygudan düşünceye doğru ve diğer yönde iradeye doğru ilerlediğinizde, duygunun ruhsal etkinliğin merkezinde, biliş ve isteme arasında yer aldığını ve özünü her iki yöne de yaydığını fark edersiniz. Aynı zamanda, duygu tamamlanmamış bir biliş ve tamamlanmamış bir istemedir; bastırılmış bir biliş ve bastırılmış bir istemedir. Bu nedenle duygu, biliş ve istemede gizli olarak bulunan sempati ve antipati öğelerinden oluşur. Sempati ve antipati her ikisinde de mevcuttur, ancak biliş ve istemede gizlidirler; çünkü sinir ve kan dolaşımı gibi bedensel etkinliklerde birbirleriyle etkileşim içindedirler. Oysa duyguda bu etkileşim açıkça görünür.

(22) Peki, hissin fiziksel ifadesi nedir?

İnsan bedenine baktığınızda, kan damarları ile sinir yollarının birbirine temas ettiği yerlerin her birinde gerçek his oluşur. Ancak örneğin duyu organlarında sinirler ve kan damarları o kadar incedir ki, bu his fark edilmez.

Görme ve işitme gibi duyularımızda da ince bir his vardır, ama biz bunu çoğu zaman algılamayız. Duyu organı ne kadar bedenin geri kalanından izoleyse, his o kadar az fark edilir.

Göz, kemikli bir yuvanın içine yerleşmiştir ve bedenin geri kalanından neredeyse tamamen ayrıdır. Gözdeki sinirler ve damarlar çok incedir. Bu yüzden görmedeki his son derece bastırılmış durumdadır.

Kulakta ise durum farklıdır. İşitme, görmeye kıyasla bedenin genel etkinliğine çok daha yakından bağlıdır. Kulakta çok sayıda farklı yapının bulunması, kulağı bedenin işleyişine çok daha doğrudan bağlar. Bu yüzden işitme sırasında hissin eşlik etmesi daha güçlüdür.

Özellikle sanatsal işitmede, insanlar çoğu zaman işitmenin ne kadarının biliş, ne kadarının his olduğunu ayırt etmekte zorlanır. Bu konu, modern sanat üretiminde doğrudan bir rol oynayan ilginç bir duruma temas eder.

(23) Muhtemelen hepiniz Richard Wagner’in “Die Meistersinger von Nürnberg” operasındaki Beckmesser karakterini bilirsiniz.

Peki Beckmesser neyi temsil eder? O, müziği teknik olarak anlayan ama duygunun işitsel algıyla nasıl etkileşime girdiğini tamamen unutan kişidir.

Wagner, Beckmesser’in karşısına kendini yansıttığı karakter olan Walther’i koyar. Walther, müziğin merkezinde hissin bulunduğuna inanır. Wagner’in bu görüşü, müzikte hissin baskınlığıdır.

Ancak bu görüşe karşı çıkan Eduard Hanslick, Viyana’da yaşayan önemli bir müzik estetikçisiydi. Hanslick, Wagner’in müziğinde hissin çok baskın olduğunu ve bunun müzikal olmadığını savundu. Ona göre gerçek müzik, tondan tona nesnel geçiş ile oluşur; hisle değil, arabesk gibi soyut yapıların içsel bağlantısıyla gelişir.

Hanslick, “Vom Musikalisch-Schönen” (Müzikal Güzel Üzerine) adlı eserinde, hisse dayalı müzik anlayışını küçümser ve yalnızca teknik olarak tonların ilişkisini esas alan müzik anlayışını savunur.

Bu kitap, psikolojik açıdan son derece ilginçtir. Hanslick'in müziğe karşı bu soğuk ama tutarlı yaklaşımı, dönemin psikoloji anlayışının ne kadar yetersiz olduğunu da gösterir. Çünkü ruh etkinliklerinin iç içe geçtiği gerçeği fark edilmiş olsaydı, bu tür tek taraflı görüşler ortaya çıkmazdı.

Buradan, günümüz bilimsel düşüncesinde büyük kafa karışıklığına yol açmış pedagojik bir gerçeğe dikkat çekmemiz gerekir.

Eğer bu konuşmalarda sizi ileride rehberlik edecek bir yola hazırlamamış olsaydım, o zaman mevcut tüm pedagojileri, psikolojileri, mantık sistemlerini ve öğretim yöntemlerini toparlayıp bunlardan öğretmenlik uygulamanızda kullanmak üzere bir şeyler derlemek zorunda kalırdınız.

(25) Ama bugün yaygın olan bu yaklaşımlar büyük bir psikolojik hataya dayanmaktadır.

Her psikolojide karşımıza çıkan sözde bir teori vardır: "Duyusal etkinlik" teorisi.

İnsanların duyu organlarını inceleme yöntemlerine baktığınızda, örneğin göz, kulak, burun gibi organların nasıl algıladığına dair araştırmalar yaparlar. Sonra bu verileri “duyusal etkinlik” adı verilen soyut bir kavram altında birleştirirler.

Bu, büyük bir yanılgıdır, devasa bir hatadır.

Eğer yalnızca fizyologların veya psikologların incelediği duyuları esas alırsanız, yalnızca fiziksel bedene bakarsanız, o zaman görme ile işitmenin doğasının tamamen farklı olduğunu görürsünüz. Göz ve kulak iki tamamen farklı yapıdır.

Üstelik dokunma duyusu gibi alanlar henüz yeterince araştırılmamıştır, hatta göz ve kulak kadar bile değil!

Ama şimdilik yalnızca göz ve kulakla sınırlı kalalım. Görme ve işitme o kadar farklıdır ki, bu iki eylemi birleştirip “genel duyusal etkinlik” gibi bir soyutlamaya indirgemek yalnızca bulanık bir teori yaratır.

Eğer gerçekten doğru ve sağlam düşünmek istiyorsak, yalnızca “gözün etkinliği”, “kulağın etkinliği”, “koklama organlarının işlevi” gibi çok daha spesifik biçimlerde konuşmalıyız. Çünkü bu organlar o kadar farklıdır ki, onları soyutlamaktan vazgeçmemiz gerekir.

(26) İnsanın ruhsal doğasını anlayabilmek için, benim Hakikat ve Bilim (Wahrheit und Wissenschaft) ve Özgürlük Felsefesi (Intuitive Thinking as a Spiritual Path: A Philosophy of Freedom) adlı eserlerimde çizdiğim temel yaklaşıma sadık kalmalıyız.

O zaman insanı soyutlamalara kapılmadan, gerçekliğe dayanarak anlayabiliriz. O zaman sağlam bir zeminde dururuz, çünkü insanın dünyaya “doğuştan hazır” olarak gelmediğini, gerçekliğin insan tarafından “fethedildiğini” fark ederiz.

İnsan gelişmeye devam eder; başlangıçta sahip olmadığı bir gerçekliği, düşünme ve algılama etkileşimiyle zamanla oluşturur.

Bu noktada Kantçılığın kültürümüzü nasıl etkilediğini de fark etmeliyiz. Kant ne yapar? Başlangıçta dogmatik bir biçimde şunu söyler:

“Etrafımızdaki dünyaya bakalım, ama bizde yalnızca bu dünyanın yansıması yaşar.”

Ve tüm felsefesini buradan türetir. Ancak Kant, çevremizde algıladığımız dünyada gerçekte ne olduğunu net biçimde ortaya koyamaz. Çünkü gerçeklik ne çevrededir, ne de yalnızca görünenlerdedir. Gerçeklik, ancak insan onu düşünme ve algılama yoluyla aktif olarak kazandığında ortaya çıkar.

Gerçekliğin en son aşaması, insan artık konuşamaz hâle geldiğinde, yani ölüm kapısından geçerken ulaşılan farkındalık hâlidir.

(27) Bugünkü kültürümüzde birçok yanlış varsayım yerleşmiştir ve bunlar özellikle eğitim alanında en yıkıcı etkilere yol açmaktadır. Bu nedenle görevimiz, bu yanlış kavramları doğru olanlarla değiştirmektir.

Ancak o zaman, öğretim faaliyetlerimizi olması gerektiği gibi, gerçek bir insani anlayışa dayanarak yürütebiliriz.


20 Ekim 2025 Pazartesi

Ders 4: Stuttgart/25 Ağustos 1919

Eğer dün yarı-açık dersimde söylediklerimi hatırlıyorsanız, gelecekte öğretmenlerin irade ve duygu oluşturmaya özel bir değer vermesi gerektiğini anlayacaksınız. Dün, eğitimin yenilenmesi bağlamında düşünmeyenlerin bile irade ve duygu gelişiminin önemini vurguladığını söylemiştim. Ancak, tüm iyi niyetlerine rağmen, bu kişiler irade ve duyguyu geliştiren çok az şey başarıyorlar. İrade ve duygu giderek daha fazla rastlantıya bırakılıyor çünkü irade etmenin gerçek doğasına dair bir anlayış bulunmuyor.

(2) Öncelikle belirtmek isterim ki, ancak iradeyi gerçekten anladığımızda, bizi harekete geçiren duyguların bir kısmını bile anlayabiliriz. Bu nedenle kendimize şu soruyu sorabiliriz: “Bir duygu aslında nedir?” Duygu, irade ile yakından ilişkilidir. İrade, ancak duygu etkin hale geldiğinde ortaya çıkar; duygu ise bastırılmış iradedir. Tam olarak ifade edemediğimiz ve ruhumuzda kalan irade kısmı duygudur; duygu, köreltilmiş iradedir. Bu yüzden, duygunun özünü ancak iradenin doğasına nüfuz ettiğimizde tam anlamıyla kavrayabiliriz.

(3) Buraya kadar olan açıklamamdan görebileceğiniz gibi, doğum ile ölüm arasındaki yaşam sürecinde, iradenin içinde barındırdığı her şeyi tam olarak oluşturamayız. Bir irade eylemini gerçekleştirdiğimizde, hayatımızda tamamlanmayan ve ölümden önce tüketilmeyen bir şey daima kalır. Her iradi kararın ve eylemin bir parçası insanın içinde kalır ve ölümden sonra varlığını sürdürür. Özellikle çocukluk döneminde, bu kalan kısmı tüm yaşam boyunca dikkate almamız gerekir.

(4) Bütün bir insan varlığına baktığımızda, bedeni, ruhu ve ruhsal özü görürüz. Beden, en azından daha maddesel bileşenleriyle doğar. Bununla ilgili daha fazla ayrıntıyı Teozofi adlı kitabımda bulabilirsiniz. Beden, genetik mirasın akışı içindedir; kalıtsal özellikleri taşır ve benzeri unsurları içerir. Ruh ise, doğum öncesi varoluşun en çok bedene bağlı olan kısmıdır. Ancak, modern insanlarda ruhsal olan yalnızca bir eğilim olarak mevcuttur. (Uzak bir gelecekte bu durum farklı olacaktır.) Bu nedenle, iyi bir pedagojinin temelini oluşturmak istediğimiz noktada, modern insanın gelişim çağında yalnızca eğilim olarak var olan ruhsal unsurları dikkate almalıyız. Uzak gelecekte insan doğasında yer alacak eğilimler konusunda net bir anlayış geliştirmeliyiz.

(5) Ruhsal Benlik olarak adlandırdığımız şey yalnızca bir eğilim olarak mevcuttur. Modern insan hakkında konuştuğumuzda, Ruhsal Benliği insan doğasının bir parçası olarak doğrudan dahil edemeyiz. Bununla birlikte, ruhsal olanı görebilen kişilerde Ruhsal Benlik hakkında net bir farkındalık bulunur. Gelişmiş bilinç düzeyinde olan tüm Doğu kültürü, Ruhsal Benliğe manas adını vermektedir ve Doğu geleneğinde manas, insanın içinde yaşayan bir şey olarak kabul edilir. Ayrıca, tam olarak “eğitilmemiş” Batı halkları da Ruhsal Benlik hakkında belirgin bir farkındalığa sahiptir. Kesin olarak söyleyebilirim ki, bu farkındalık oldukça nettir, çünkü sıradan insanlar—özellikle tamamen materyalist bir bakış açısına kapılmadan önce—bir insanın ölümden sonra geriye kalan kısmına manes demişlerdir. İnsanlar, ölümden sonra varlığını sürdüren şeyin manes olduğunu söylerler: manas ile manes eşdeğerdir. Dediğim gibi, sıradan insanlar bu konuda bilinçlidirler; çünkü burada çoğul formu kullanırlar: manes. Antroposofide, Ruhsal Benliği daha çok insanın ölümden önceki varlığıyla ilişkilendirdiğimiz için, tekil form olan Ruhsal Benlik terimini kullanırız. Ancak, gerçeklikten ve Ruhsal Benliği naif bir şekilde kavramaktan hareket eden sıradan insanlar, manes terimini çoğul olarak kullanırlar. Çünkü insan ölüm kapısından geçtiğinde, onu karşılayan birçok ruhsal varlık bulunur. Daha önce farklı bir bağlamda bahsettiğim gibi, hepimizin melekler hiyerarşisine ait kişisel bir ruhsal rehberi vardır. Bunun üzerinde, insan ölüm kapısından geçtiğinde aktif hale gelen Baş melekler hiyerarşisinin ruhları bulunur. Böylece, doğrudan birçok ruhsal varlıkla ilişki içinde var olmaya başlarız. Sıradan insanlar bunu oldukça net bir şekilde hissederler, çünkü insanın dünyadaki görünürde bireysel varoluşunun aksine, ölümden sonra bir çeşit çoğulluk içinde algılanabileceğini bilirler. Böylece, manes, Ruhsal Benliğin çoğulluğuna dair naif kolektif bilinç içinde yaşayan bir şeydir.

(6) İnsan varlığının ikinci ve daha yüksek bir yönü olan Yaşam Ruhu'ndan bahsedebiliriz. Yaşam Ruhu, modern insanlarda neredeyse hiç algılanamaz. Bu, çok ruhsal bir unsurdur ve ancak uzak gelecekte gelişecektir. İnsanın en yüksek yönü ise şu anda yalnızca belli belirsiz bir eğilim olarak var olan Gerçek Ruhsal İnsandır.

(7) Bu üç yüksek insan doğası unsuru, doğum ile ölüm arasındaki modern insan yaşamında yalnızca eğilim olarak var olsa da, ölüm ve yeniden doğuş arasında önemli bir gelişim sürecinden geçer—elbette daha yüksek ruhsal varlıkların koruması altında. Bir insan öldüğünde ve yeniden ruhsal dünyaya alıştığında, bu üç unsur oldukça belirgin bir şekilde gelişir ve gelecekteki insan varoluşuna işaret eder. İnsan, doğum ile ölüm arasında ruh-beden gelişimini tamamladığı gibi, ölümden sonra da net bir gelişim yaşar; ancak o noktada insan, daha yüksek hiyerarşilere ait ruhsal varlıklarla bir tür ruhsal göbek bağı aracılığıyla bağlantı kurar.

(8) Şimdi, modern insanın zorlukla algıladığı bu yüksek ruhsal unsurların yanında, doğrudan kavrayabileceğimiz bileşenleri de ekleyelim: Bilinç Ruhu, Anlama Ruhu ve Duyusal Ruh. Bunlar, insan ruhunun temel bileşenleridir. Bugün insan ruhunu ve beden içinde nasıl yaşadığını konuşacaksak, bu üç bileşenden söz etmeliyiz. Eğer insan bedeninden bahsedeceksek, şunları ele almalıyız: duyusal beden (en az algılanan ve astral beden olarak da adlandırılan yapı), eterik beden ve fiziksel beden—ki bunu gözlerimizle görebiliriz ve geleneksel bilim bunu inceler. Böylece, insanın bütünsel varlığını tamamlamış oluruz.

(9) Şimdi biliyoruz ki, bizler hayvanlarla fiziksel bedeni paylaşırız. Ancak, insanı anlamak için onun dokuz yönünü hayvan dünyasıyla karşılaştırdığımızda, iradenin doğasını kavramak için faydalı bir perspektif elde ederiz. İrade ancak, insan ruhunun fiziksel bir beden ile örtüldüğünü ve hayvanların da fiziksel bir bedene sahip olduğunu anladığımızda kavranabilir. Fakat pek çok açıdan hayvanların fiziksel bedeni, insanınkinden farklı şekillenmiştir. İnsanın fiziksel bedeni, hayvanınkinden daha mükemmel değildir.

Örneğin, bir kunduzun yuvasını nasıl inşa ettiğini düşünelim. İnsanlar bunu eğitim almadan, yani mimarlık gibi karmaşık bir eğitim sürecinden geçmeden yapamazlar. Ancak kunduz, bedeninin doğal işleyişi ile yuvasını inşa eder. Onun bedeni, fiziksel dünyaya öyle bir şekilde uyarlanmıştır ki, kunduz bedensel formunun sunduğu yetilerle yuvasını oluşturabilir. Bu bağlamda, kunduzun fiziksel bedeni onun öğretmenidir. Aynı şekilde yaban arıları, arılar ve diğer küçük hayvanların fiziksel bedenlerinde, insan bedeninde o kadar belirgin olmayan bazı özellikler görebiliriz. İşte bu noktada, içgüdü kavramı devreye girer.

İçgüdüyü ancak fiziksel bedenle ilişkilendirerek anlayabiliriz. Hayvanların dünyasını incelerken, çeşitli içgüdü türlerini keşfetmek için hayvanların fiziksel biçimlerine bakmamız gerekir. Eğer iradeyi anlamak istiyorsak, onu öncelikle içgüdü alanında aramalıyız ve içgüdüleri hayvanların farklı beden yapılarında bulabileceğimizin bilincinde olmalıyız. Eğer çeşitli hayvanların fiziksel formlarını tasvir edecek olsaydık, farklı içgüdü alanlarını da şekilsel olarak çizebilirdik. Farklı hayvanların fiziksel bedenleri, iradede var olan içgüdülerin birer sembolüdür.

İçgüdüler fiziksel bedende yer alır. Ancak eterik beden içgüdüleri kontrol ettiğinde, içgüdü bir dürtü haline gelir. İrade, fiziksel bedende içgüdüdür, ancak eterik beden içgüdüyü yönetmeye başladığında, irade bir dürtüye dönüşür. İçgüdünün dışsal dünyada gözle görülür bir biçimde var olan hali, dürtü kavramında içselleşmiş ve birleştirilmiş bir yapıya dönüşür.

İçgüdüleri hayvanlarda veya insanlarda gözlemlediğimizde, onların dışsal olarak dayatılan bir güç olduğunu söyleyebiliriz. Ancak dürtüler, süpersensibil eterik bedenin içgüdüyü kontrol altına alması nedeniyle, daha içsel bir kaynaktan doğar. Böylece içgüdü, bir dürtü haline gelir.

İnsan varlığı, daha derinlerde yer alan duyusal bir bedene de sahiptir. Bu beden, bir dürtüyü kontrol altına aldığında, yalnızca içselleştirmekle kalmaz, aynı zamanda içgüdü ve dürtü bilinç düzeyine yükselerek arzuya dönüşür. Hayvanlarda dürtüler bulabildiğimiz gibi, arzuları da bulabiliriz; çünkü hayvanlar üç bedene sahiptir: fiziksel beden, eterik beden ve duyusal (astral) beden. Ancak arzu hakkında konuştuğumuzda, onu içsel bir olgu olarak algılarız. Dürtü, doğumdan yaşlılığa kadar sürekli olarak dışa vurulan bir eğilimdir. Arzu ise, ruhun yarattığı geçici bir oluşumdur. Bir arzu kişilik özelliği olmak zorunda değildir, ruha bağlı kalması gerekmez; belirir ve kaybolur. Bu nedenle arzuların, basit dürtülerden daha fazla ruhsal olduğu söylenebilir.

(12) Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Bir insan, zamansal bedende yaşayan içgüdü, dürtü ve arzuyu nasıl "benlik" ile bütünleştirir? Yani, Duyusal Ruh, Anlama Ruhu ve Bilinç Ruhu ile nasıl birleştirir? (Bu, hayvanlarda gerçekleşemez.) Burada, zamansal bedende olduğu kadar net ayrımlar yapamayız, çünkü modern insanın ruhu içinde her şey birbirine karışmıştır. Modern psikolojinin sorunu, ruhun yönlerini kesin biçimde ayırması mı, yoksa akışkan bir yapı içinde değerlendirmesi mi gerektiğini bilememesidir. Geleneksel psikoloji ekolleri irade, duygu ve düşünceyi kesin bir şekilde ayırma eğilimindedir.

Bazı psikoloji okulları, örneğin Herbart ekolü, daha çok düşünce yönelimlidir; bazıları ise, Wundt ekolü, iradeyi öne çıkarır. Ancak, psikolojide ruhun yönleri konusunda net bir görüş yoktur; çünkü pratik yaşamda "benlik", ruhun tüm yönlerine nüfuz eder ve bu üç boyut açıkça görülemez. Dolayısıyla irade, ruh tarafından yönetildiğinde ve benliğe geçtiğinde ne olduğu konusunda kesin ayrım yapacak sözcükler bulunmaz.

Genel olarak, benliğin etkisi altındaki içgüdü, dürtü ve arzuya “güdü” deriz. Böylece ruh ve benlik içinde irade impulslarından bahsettiğimizde, güdülerden söz ederiz ve biliriz ki hayvanlar arzulara sahip olabilir, ancak güdülere sahip olamazlar. İnsanlarda bir arzu önce ruha taşınarak güdü haline gelir ve böylece içsel bir yönelim kazanır. Arzular yalnızca insanlarda irade güdüsü haline dönüşebilir. İnsanlar hayvan dünyasıyla içgüdüleri, dürtüleri ve arzuları paylaşırlar; ancak yalnızca insanlar bunları güdüye yükseltebilir. İşte modern insanın iradesi dediğimiz şey budur.

Bu yapı açıkça mevcuttur ve insan doğasını gözlemleyen herkes, irade doğasını anlamak için bir kişinin motivasyonunu bilmemiz gerektiğini söyleyecektir. Ama mesele sadece bu değil!

Bir kişi güdü geliştirdiğinde, çok ince bir değişim gerçekleşir ve biz bu inceliğe dikkat etmeliyiz.

Burada, irade impulslarındaki ince farkı açıkça ayırt etmeliyiz. Bunu basit düşüncelerle karıştırmamalıyız. Örneğin: “Yaptığım şey iyiydi” diye düşündüğünüzde, bu düşünce alanına girer, irade alanına değil.

Ancak iradeye doğrudan dokunan bir unsur vardır: dilek.

Burada arzularımızdan kaynaklanan güçlü dilekleri kastetmiyorum, aksine her güdünün içinde gizlice var olan ince dilekten bahsediyorum.

Bu ince dilekler her zaman mevcuttur. Özellikle, iradeden doğan bir eylem gerçekleştirdiğimizde, onu düşünerek şöyle diyebiliriz: “Az önce yaptığım şeyi çok daha iyi yapabilirdim.”

Ancak, hayatta herhangi bir şey yoktur ki “daha iyi yapamazdım” diyemeyelim.

Eğer bir insan yaptığı bir şeye tamamen tatmin olmuşsa, bu aslında gelişim eksikliği gösterir. Hayatta daha yüksek bir düzeyde bulunan kişi, asla tamamen tatmin olmaz; çünkü her zaman bir şeyi daha iyi yapma isteği güdü olarak var olur.

Bu nokta genellikle yanlış anlaşılır. İnsanlar bir eylemden pişmanlık duymayı büyük bir olay olarak görür. Ancak pişmanlık yeterli değildir, çünkü çoğu zaman bencillik içerir—yani insanlar eylemi daha iyi gerçekleştirmek değil, daha iyi bir insan olmak için pişman olurlar. Bu egosantrik bir yaklaşımdır.

Gerçek gelişim pişmanlık duymakta değil, aynı eylemi bir sonraki sefer daha iyi yapmaya odaklanmaktır. Bu fark çok önemlidir:

Pişmanlık geçmişi iyileştirmeye çalışır. Gerçek güdü ise geleceği iyileştirmeye odaklanır.

Bu irade alanındaki ince dilek, Ruhsal Benlik'in ilk belirtilerinden biridir.

(14) Bir dilek daha açık ve somut hale gelebilir. O zaman niyete benzemeye başlar. Eğer aynı eylemi tekrar yapmamız gerekirse, onu nasıl daha iyi gerçekleştirebileceğimize dair bir fikir oluşturabiliriz. Ancak ben, bu tür görsel tasvirlere çok fazla değer vermem; bunun yerine, her güdünün içinde var olan, gelecekte daha iyi yapma isteğiyle duygu ve irade alanında bulunan unsurları daha önemli bulurum.

Bu noktada, insan bilinçaltı kendini güçlü bir şekilde gösterir. Gündelik bilinç seviyesinde, bir eylemi nasıl daha iyi yapabileceğinize dair bir görüntü her zaman oluşturamazsınız. Ancak, sizin içinizde yaşayan ikinci kişi, yani benliğinizin derinliklerindeki bilinçaltı yönünüz, aynı durumda tekrar bulunmanız halinde eylemi nasıl gerçekleştireceğinize dair net bir iradi tasarım geliştirir.

Bunu hafife almayın! İçinizde yaşayan ikinci kişiyi küçümsemeyin!

(15) Bugün, analitik psikoloji veya psikanaliz adıyla anılan bilim dalında, bu ikinci kişi hakkında birçok yüzeysel ve gereksiz bilgi dolaşıyor. Psikanaliz, bazı ders kitaplarında klasik bir örnekle tanıtılır. Daha önce bu örneği belirtmiştim, ancak yeniden hatırlamak faydalı olacaktır.

(16) Örnek olay şöyledir:

Bir adam evinde bir davet verir ve partinin ardından eşi bir tatil beldesine gitmek üzere yola çıkacaktır. Birçok kişi partiye katılır ve aralarında özel bir kadın da bulunur. Adam partiyi düzenler ve eşini trene götürür. Partiye katılanlar, aralarında bu kadın da olmak üzere, evden ayrılarak evlerine dönerler.

Yolda, kadın ve misafirler tam bir kavşağa vardıklarında, bir at arabası hızla dönerek ortaya çıkar. Misafirler ne yapar? Kadın hariç herkes kenara çekilir, ancak kadın hızla koşarak atların önünden sokak boyunca ilerler. Arabacı durmaz ve diğer misafirler büyük bir şaşkınlık yaşar. Ancak kadın, o kadar hızlı koşar ki, diğerleri onu takip edemez; o koşmaya devam eder ve bir köprüye ulaşır. Yine de kenara çekilmeyi aklına getirmez. Sonunda suya düşer, kurtarılır ve ev sahibinin evine geri getirilir. Böylece geceyi orada geçirme şansı yakalar.

(17) Bu olay, birçok psikanaliz ders kitabında klasik bir örnek olarak gösterilir. Ancak burada yanlış yorumlanan bir nokta var. Bu olayın temelinde ne var? Temel unsur, kadının iradesidir. Kadın aslında neyi istiyordu? Ev sahibinin eşi gittikten sonra onun evine geri dönmek istiyordu, çünkü ona âşıktı. Ancak, bu arzu bilinçli değildi—bilinçaltında gizlenmiş bir istek olarak bulunuyordu. Bilinçaltında yaşayan ikinci kişi, çoğu zaman kişinin kendisinden daha akıllıdır.

Bu durumda kadının bilinçaltı, bütün süreci önceden tasarlamıştı—suya düşene kadar olan her anı planlamıştı. Kadın, kurtarılacağını sezgisel olarak bile öngörmüştü.

Psikanaliz, ruhun bu gizli güçlerini anlamaya çalışır. Ancak bu ikinci kişi hakkında yalnızca belirsiz ifadeler kullanır. Ancak biz biliyoruz ki, ruhun bilinçaltı güçleri çok güçlüdür, ve bazen bireyin normal bilincinden daha zekice hareket edebilir.

(18) Her insanın derinlerinde başka bir kişi bulunur. Bu içsel ikinci kişi, aynı zamanda daha iyi bir insan olmayı vaat eden bir varlıktır. Böylece, her eylemde bilinçsiz ve içsel bir niyet bulunur—benlik, gelecekte aynı durumu daha iyi yönetmek için sürekli olarak bir niyet geliştirir.

(19) Ancak ruh bedenden özgürleştiğinde, niyet karara dönüşür. Niyet, ruh içinde bir tohum gibi bulunur, ancak karar daha sonra ortaya çıkar. Karar, Ruhsal İnsan’da gerçekleşirken, niyet Yaşam Ruhu’nda ve saf dilek Ruhsal Benlik’te var olur. İnsanı irade sahibi bir varlık olarak değerlendirdiğimizde, şu unsurların yer aldığını görebiliriz: İçgüdü, Dürtü, Arzu, Güdü. Ve daha derinlerde, şu öğeler bulunur: Ruhsal Benlik’te dilek, Yaşam Ruhu’nda niyet, Ruhsal İnsan’da karar

(20) Bu konu insan gelişimi açısından büyük bir önem taşır. Ölümden sonraki zamana kendini saklayarak sessizce varlığını sürdüren şey, insanın doğum ile ölüm arasındaki yaşamında düşünsel görüntüler olarak ifade edilir. Bu durumu, aynı sözcüklerle tanımlarız. Düşüncelerimizde de dilek, niyet ve karar deneyimleriz. Ancak, dilek, niyet ve kararı ancak bu unsurlar bizde doğru bir şekilde geliştiğinde insan doğasına uygun biçimde yaşayabiliriz.

İnsanın derinliklerindeki dilek, niyet ve karar, doğum ile ölüm arasındaki yaşamda dışarıya açık bir şekilde ifade edilmez. Bunlar yalnızca zihinsel tasvirler olarak ortaya çıkar. Eğer yalnızca sıradan bilinç düzeyini geliştirirseniz, bir dileğin ne olduğunu gerçekten bilemezsiniz; yalnızca dilek hakkında düşünmüş olursunuz.

Bu nedenle, Herbart dileğin içinde zaten bir çaba olduğunu düşünür. Aynı durum niyet için de geçerlidir; burada da yalnızca düşünce vardır. Bir şeyi yapmayı istiyorsunuz, ancak bu gerçek bir ruhsal süreç olarak ruhunuzun derinliklerinde oynanıyor ve nedenini bilmiyorsunuz.

(21) Şimdi karar aşamasına geliyoruz! Kim bunun hakkında gerçekten bilgiye sahiptir? Psikoloji genellikle yalnızca genel bir arzu hakkında konuşur.

Tüm bunlara rağmen, öğretmen ruhun üç gücüne de dokunmalı ve onları kurallaştırmalı ve düzenlemelidir. Eğitimde çalışmak istiyorsak, insan doğasının derinliklerinde oluşan şeylerle çalışmalıyız.

Özellikle öğretmenler olarak eğitimi yalnızca yaygın uygulamalara göre şekillendirmenin yetersiz olduğunu fark etmeliyiz.

Gerçek insan doğasını anlayarak eğitim oluşturmalıyız.

(22) Popüler sosyalizm tam da bu hatayı yapar—eğitimi yaygın uygulamalara dayanarak şekillendirmeye çalışır.

Gelecekteki eğitimi Marksist sosyalistlerin sıradan ideallerine dayandırırsak ne olur? Bu zaten Rusya’da yaşandı—ve Lunatcharski okul reformu korkunç bir şeydir.

Bu, tüm uygarlığın ölümü demektir!

Bolshevizm’den doğan birçok korkunç şeyin yanı sıra, en kötüsü Bolşevik eğitim yöntemidir!

Eğer başarılı olursa, önceki dönemlerden gelen tüm uygarlık kazanımlarını yok eder.

Bu ilk nesilde hemen gerçekleşmeyecektir, ancak sonraki nesillerde kaçınılmaz hale gelecektir—ve böylece tüm uygarlık yeryüzünden silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Bazı insanlar bunu şimdiden görmüş olmalı.

Bugün ılımlı sosyalizmin acemice talepleri altında yaşıyoruz.

Sosyalizm zaten bu ters bakış açısına yöneliyor—iyiyi ve kötüyü birbirine karıştırıyor.

Bu odada Bolşevizm’i öven insanlar gördünüz—ancak Bolşevizm’in içinde şeytanın sosyalizme nasıl doğrudan nüfuz ettiğini bilmiyorlar!

23) Bu konuda özellikle dikkatli olmalıyız. Toplumsal ilerlemenin, öğretmenlerin insanı derinlemesine anlamasını gerektirdiğini bilen insanlara ihtiyacımız var. Geleceğin öğretmenlerinin insan doğasını derinden kavramaları, insan doğasıyla içsel bir bağ içinde yaşamaları gerektiğini ve eğitimde yetişkinler arasında yaygın olan yöntemleri kullanmamaları gerektiğini bilmeliyiz. Peki çoğu Marksist ne istiyor? Sosyalist okullar kurmak, müdürlük makamını ortadan kaldırmak (yerine bir şey koymadan) ve mümkün olduğunca çok çocuğa eğitim vermek istiyorlar. Bundan yalnızca korkunç bir sonuç doğabilir!

(24) Bir keresinde kırsal bir yatılı okuldaydım ve en yüce amaçlı ders olduğunu düşündüğüm din dersini gözlemlemek istedim; bu nedenle sınıfa girdim. 

Bir yaramaz çocuk pencere pervazına uzanmış, ayaklarını dışarı sallandırıyordu; bir diğeri yerde oturuyordu; üçüncüsü ise bir yerde karnının üzerine uzanmış, başını yukarı kaldırmıştı.

Çocuklar sınıfta bu şekildeydi.

Sonra sözde din öğretmeni geldi ve herhangi bir giriş yapmadan Gottfried Keller’den kısa bir hikâye okumaya başladı. 

Çocuklar, onun okuması sırasında çeşitli sesler çıkartıyor ve dikkati dağıtacak şeyler yapıyordu.

Öğretmen okumayı bitirdiğinde din dersi sona ermiş oldu ve herkes dışarı çıktı.

Bu deneyim sırasında zihnimde bir görüntü canlandı: Sanki bu yatılı okulun hemen yanında büyük bir koyun ağılı varmış ve bu çocuklar da sadece birkaç adım ötede yaşıyormuş gibiydi.

Böyle durumları çok sert şekilde eleştirmemeliyiz.

Bunlar iyi niyetle ortaya çıkar, ancak uygarlığın gelecekte neye ihtiyaç duyduğunun tam bir yanlış anlaşılmasıdır.

(25) Modern insanlar, sözde sosyalist programla neyi başarmak istiyorlar? İnsanlar, çocuklarla yetişkinlerin birbirleriyle ilişkilerinde davrandıkları gibi ilgilenmek istiyor. Oysa bu, eğitimde yapabileceğimiz en kötü şeydir. Çocuğun, bedensel ve ruhsal olarak, yetişkinlerin birbirleriyle ilişkilerinde geliştirmesi gerekenlerden çok farklı güçler geliştirmesi gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Eğitim, ruhun derinliklerinde yatanla çalışmalıdır; aksi hâlde ilerleyemeyiz. Bu nedenle, eğitimin insan iradesinin doğasına nasıl etki ettiğini sormalıyız. Bu soruyla ciddi şekilde ilgilenmeliyiz.

(26) Dün söylediklerimi hatırlarsanız, bütün entelektüel şeylerin aslında “yaşlanmış irade” olduğunu belirtmiştim. Yani, bunlar iradenin yaşlılık hâlidir. Bu nedenle, akılla yönlendirilmiş tüm normal öğretim, her türlü normal azar ve öğretimde kullanılan tüm kavramlar, okul çağındaki çocuk üzerinde kesinlikle hiçbir etki yaratmaz. Kısaca şunu söyleyebiliriz: Duygu gelişmektedir; yani henüz tam olarak var olmamış, gelişmekte olan iradedir. Ancak tüm insan, irade içinde yaşar; bu yüzden çocuğun bilinçdışı kararlarını da dikkate almak zorundayız. Düşüncelerimizi iyi tasarladığımızı sanarak, bunların çocuğun iradesi üzerinde etkili olacağını düşünme yanılgısından sakınmalıyız.

Kendimize şu soruyu sormalıyız: Çocuğun duygusunu olumlu şekilde nasıl etkileyebiliriz? Bunu ancak tekrarlanan etkinliklerle yapabiliriz. Çocuğa sadece bir kez doğru olanı söylemekle onun iradesini etkileyemezsiniz; ancak bugün, yarın ve ertesi gün aynı şeyi yaptırarak etkileyebilirsiniz. Doğru yaklaşım çocuğu azarlamak ya da ona ahlaki kurallar vermek değildir. Onun yerine, doğru olanı hissedebileceğini düşündüğünüz bir etkinliğe yönlendirmek ve bunu tekrar etmesine olanak tanımaktır. Bu tür davranışları alışkanlığa dönüştürmelisiniz. Davranışlar ne kadar bilinçsiz bir alışkanlık hâline gelirse, duygu gelişimi açısından o kadar iyidir. Çocuk, bir eylemi sırf tekrar etmesi gerektiği için, yapılması gerektiğini bilerek yerine getirmeye başladığında, bu davranışları gerçek bir irade dürtüsüne yükseltmiş olursunuz.

Dolayısıyla, bilinçsiz tekrar duyguyu, tam bilinçli tekrar ise irade dürtüsünü geliştirir; çünkü bu sayede karar verme gücü artar. Çocuğun bilinçli şekilde tekrar etmesi, normalde yalnızca bilinçaltında kalan karar verme gücünü harekete geçirir.

İrade eğitimi söz konusu olduğunda, entelektüel yaşamda önemli olan şeyleri dikkate almamalıyız. Entelektüel yaşamda genellikle bir çocuğun bir şeyi ne kadar iyi anladığına ve ne kadar çabuk öğrendiğine önem veririz. Anında anlama ve anında ezberleme bizim için değerlidir. Ancak çocuğun hemen anladığı ve ezberlediği şeyler, onun duygu ve iradesi üzerinde etkili olmaz. Duygu ve irade üzerinde etki eden yalnızca şudur: Çocuğun tekrar tekrar yaptığı ve belli durumlar altında doğru olduğunu fark ettiği şeyler.

(27) Daha önceki, daha ataerkil eğitim anlayışı bu gerçeği kullanırdı. Her şey basitçe bir alışkanlık meselesi hâline gelirdi. Bu şekilde yapılan her şeyin içinde pedagojik açıdan oldukça iyi bir şey yatar. Örneğin, insanlar neden her gün Rab’bin Duası’nı (The Lord’s Prayer) okurdu? Bugün insanlara aynı hikâyeyi her gün okumaları söylense, bunu reddederlerdi çünkü bu onlara fazlasıyla sıkıcı gelirdi. Modern insanlar, tek seferlik deneyimlere alıştırılmışlardır. Oysa önceki kuşaklar yalnızca her gün aynı duayı etmekle kalmaz, aynı zamanda haftada en az bir kez aynı hikâye kitabını okurlardı. Bu yüzden, modern eğitimden geçmiş insanlara göre çok daha güçlü iradelere sahiptiler. İradenin geliştirilmesi bilinçli ve bilinçsiz tekrar üzerine kurulur. Bunu göz önünde bulundurmalıyız. Sadece soyut bir şekilde “iradeyi geliştirmeliyiz” demek yeterli değildir. Böyle denildiğinde, insanlar iradeyi geliştirmeye dair iyi bir fikirleri olduğunu ve bu fikri ince bir yöntemle çocuğa aktardıklarında onun iradesini geliştirmiş olacaklarını sanabilir. Oysa gerçekte bu faydasızdır. Bunun tek sonucu, sürekli azarlanma ihtiyacı duyan zayıf ve sinirli insanlardır. İnsanlar içsel güç kazanırlar, örneğin, çocuklara “bugün şunu yap, yarın da, ertesi gün de” dediğimizde. Bunu otoriteye duydukları saygıdan yaparlar, çünkü okulda birinin emir vermesi gerektiğini bilirler. Bu nedenle, her çocuğa her gün bir görev vermek —mümkünse bütün bir okul yılı boyunca— iradenin gelişimi üzerinde güçlü bir etki yaratır. Bu, çocuklar arasında temas kurar, öğretmenin otoritesini güçlendirir ve çocukları iradeyi güçlü biçimde etkileyen tekrarlı bir etkinliğe yönlendirir.

(28) Sanatsal etkinlikler neden özellikle iradenin oluşumunu bu kadar güçlü bir şekilde etkiler? Çünkü, birincisi, uygulama tekrar üzerine kuruludur ve ikincisi, insanların sanatsal etkinlikler aracılığıyla aldıkları şeyler her zaman onlara neşe verir. İnsanlar sanattan sadece ilk seferinde değil, tekrar tekrar keyif alırlar. Sanatın, insanları yalnızca bir kez değil, defalarca doğrudan neşelendirme özelliği vardır. Bu nedenle, öğretimde ulaşmak istediğimiz şeyle sanatsal unsuru doğrudan ilişkilendiririz. Yarın bu konuda daha fazla konuşmak istiyorum. Bugün, iradeyi, zekâyı geliştirdiğimizden oldukça farklı bir şekilde nasıl şekillendirmemiz gerektiğini göstermek istedim.


15 Ekim 2025 Çarşamba

Ders 3: Stuttgart- 23 Ağustos 1919

Okulda yaptıkları her şeyin ardında, modern öğretmenler kozmik yasaya dair kapsamlı bir görüşe sahip olmalıdır. Özellikle alt sınıflarda eğitim, öğretmenin ruhunun insanlığın en yüce idealleriyle bir ilişki içinde olmasını gerektirir; bu, açıktır. Eğitimin şu anki hastalıklı durumunun nedenlerinden biri, alt sınıf öğretmenlerini bir tür bağımlılık içinde tutmuş olmamızdır: onların çalışmalarını, üst sınıflardaki öğretmenlerin çalışmalarından daha az değerli görmüşüzdür. Amacım burada sosyal organizmanın kültürel faaliyeti konusunu genel olarak tartışmak değil. Ancak, gelecekte tüm öğretmenleri eşit görmek zorunda olduğumuzu belirtmeliyiz; halk da alt sınıf öğretmenlerinin, özellikle ruhsal karakterleri açısından, üst sınıf öğretmenleri kadar değerli olduklarını hissetmelidir. Bu nedenle, bugün alt sınıf öğretmenlerinin doğrudan çocuklarla kullanamasalar bile mutlaka bilmeleri gereken şeyleri ele aldığımızda bu, kimseye şaşırtıcı gelmemelidir. Ancak bu bilgiler, verimli bir öğretimin ardında durmalıdır.

(2) Eğitimde, çocuğa bir yandan doğal dünyayı, diğer yandan ise ruhsal dünyayı sunarız. İnsan varlıkları olarak, bir yandan doğal dünya ile, diğer yandan ise ruhsal dünya ile bir ilişkimiz vardır; çünkü bizler yeryüzü varlıklarıyız ve doğum ile ölüm arasında fiziksel olarak var oluruz.

(3) Modern psikoloji oldukça zayıf gelişmiştir. Özellikle psikoloji, 869 yılında ilan edilen Katolik dogmasının etkilerini hâlâ taşımaktadır. Bu dogma, içgüdüsel bilgiye dayanan daha eski bir anlayışı –yani insanın beden, ruh ve ruhsal varlıktan (tin/ruh) oluştuğu anlayışını– gölgeledi. Modern psikolojide neredeyse yalnızca iki parçalı insan anlayışından söz edildiğini duyarsınız. İnsanların sadece bedenden ve ruhtan oluştuğu söylenir (ya da buna ne ad vermek isterseniz: et ve ruh gibi). İnsanlar, eti bedenle ya da ruhu tinle aynı şey olarak görürler. Psikolojik kuramların neredeyse tamamı, insanın bu iki parçalı doğasına dair yanlış kabullerden kaynaklanır. Gerçek bir insan doğası anlayışı elde etmek, bu iki parçayı tek gerçek olarak kabul edersek mümkün değildir. Bu nedenle, günümüzde psikolojide ortaya çıkan hemen her şey, esasen oldukça amatörcedir ve çoğunlukla yalnızca kelime oyunlarından ibarettir.

(4) Tüm bunlar, fizik biliminin gerçekten büyük bir başarısının insanlar tarafından tamamen yanlış anlaşılması sonucunda, 19. Yüzyılın ikinci yarısında önem kazanan büyük bir hatanın sonucudur. Heilbronn’un iyi vatandaşlarının, şehirlerinin ortasına bir zamanlar akıl hastanesine kapatılmış bir adamın heykelini dikmiş olduklarını biliyor olabilirsiniz: Julius Robert Mayer.

Elbette, bugün Heilbronn halkının oldukça gurur duyduğu bu adamı, sözde “Enerjinin Korunumu Yasası” ile ilişkilendirdiğimizi biliyorsunuzdur. Bu yasa, evrendeki tüm enerji ya da kuvvet miktarının sabit olduğunu, bu kuvvetlerin yalnızca dönüşüm geçirdiğini, örneğin bir kuvvetin bir zaman ısı, bir başka zaman mekanik enerji olarak ortaya çıktığını öne sürer.

Ancak Mayer’in yasası bu biçimde yalnızca temelden yanlış anlaşıldığında ortaya çıkar! Mayer için önemli olan, “enerjilerin dönüşümü”nün keşfiydi, “enerjinin korunumu yasası” gibi soyut bir kural yaratmak değil.

(5) Enerjinin Korunumu Yasası’nın uygarlığımız açısından daha geniş bir perspektiften bakıldığında anlamı nedir? Bu yasa, insanı anlamanın önündeki en büyük engeldir. Kuvvetlerin asla yaratılmadığına inanırsak, insan doğasını gerçekten kavramamız artık mümkün olmaz. İnsanlığın gerçek özünü, sadece şu olguda bulabiliriz: İnsanlar aracılığıyla sürekli olarak yeni kuvvetler yaratılır. Yaşadığımız dünyada, yeni kuvvetlerin ve –ileride değineceğimiz gibi– hatta yeni maddenin oluştuğu tek varlık insandır.

Ancak mevcut dünya görüşü, insanı tam anlamıyla tanımamıza olanak tanıyacak düşünceleri kabul etmekten aciz olduğu için, insanlar bu “Enerjinin Korunumu Yasası”na sarılır. Bu yasa, yalnızca doğanın diğer krallıklarına  –mineral, bitki ve hayvan alemlerine– baktığımız sürece belirli bir anlamda rahatsız edici değildir. Ama insan doğasına yaklaşmaya çalıştığımızda, bu yasa gerçek anlayışı hemen yok eder.

(6) Öğretmenler olarak, doğayı öğrencilerinize anlaşılır kılmanız ve aynı zamanda onları ruhsal yaşamın kavranmasına yönlendirmeniz gerekecektir. En azından belli bir düzeyde doğaya aşina olmadan ve ruhsal yaşama dair bir ilişki geliştirmeden, insanlar bugün toplumsal yaşamın bir parçası olamazlar. Şimdi gelin, önce dikkatimizi doğaya çevirelim.

(7) Doğa, bize şöyle bir şekilde sunulur: Bir yanda, onunla fikirlerimiz ve düşüncelerimizle yüzleşiriz ki, bunlar bildiğiniz üzere, imgesel nitelikte olup doğum öncesi yaşamın bir tür yansımasıdır. Öte yandan, doğayla, irade karakteri taşıyan ve ölüm sonrası yaşamımızın bir tohumu anlamına gelen bir unsurla karşı karşıya geliriz. Bu unsur bizi sürekli olarak doğaya yöneltir. Bu durum, doğanın iki parçadan oluştuğunu gösteriyor gibi görünür ki, bu da insanın yalnızca iki parçadan oluştuğu yolundaki hatalı görüşü doğurmuştur. Bu noktaya kısa süre sonra tekrar döneceğiz.

(8) Eğer düşüncelerimizi ve fikirlerimizi yalnızca doğaya yöneltirsek, orada sadece sürekli ölen şeyleri kavrayabiliriz. Bu, özellikle önemli bir ilkedir. Şunu çok net bilmelisiniz: Akıl ve yansıtıcı düşünce gücü yardımıyla keşfedilmiş olan o güzel doğa yasalarını öğrendiğinizde, bu yasaların her zaman ölmekte olan şeylerle ilgili olduğunu fark edersiniz.

(9) Doğaya yönelen bu filizlenmiş canlı irade, doğadaki ölü olgulara dayanan bu yasalardan çok farklı bir şey deneyimler. Şu anki çağın etkisiyle ve modern bilim anlayışındaki hatalardan kaynaklanan birçok fikri hâlâ taşıdığınızdan, bunu anlamakta muhtemelen zorlanacaksınız.

Duyularımızı (on iki duyunun tamamı kastediliyor) dış dünya ile ilişkilendiren şey, bilişsel değil, isteme (willing) doğasındadır. Modern insan bu sezgiyi tamamen yitirmiştir. Örneğin insanlar Platon’un, görmenin temelinde nesnelere doğru uzanan bir tür “dokungaç” olduğunu söylediğini okuduklarında, bunu çocukça bulurlar. Oysa bu dokungaçlar normal duyularla algılanamaz; fakat Platon’un onların varlığından haberdar olması, onun duyularüstü dünyaya nüfuz ettiğini gösterir.

Görme eylemimiz, aslında ellerimizle bir nesneyi kavramamıza benzer, ama daha incelmiş bir süreçtir. Örneğin bir parça tebeşiri almak fiziksel bir süreçtir, fakat aynı şekilde, gözlerimizden yayılan eterik kuvvetlerle bir nesneyi görme yoluyla “kavrama” da ruhsal bir süreçtir. Modern insanlar gerçekten gözlem yapabilselerdi, doğayı gözlemleyerek bu tür gerçekleri keşfedebilirlerdi.

Örneğin bir atın gözlerine ve onların dışa dönüklüğüne bakarsanız, yalnızca gözlerinin konumundan dolayı, atın çevresiyle ilişkisinin bir insanınkinden ne kadar farklı olduğunu hissedebilirsiniz. Bu farkı bir örnekle açıklayabiliriz: Düşünün ki kollarınızı önünüzde çaprazlayamıyorsunuz. Daima eurythmy’deki “A” pozisyonunda kalıyorsunuz ve hiçbir zaman “O” pozisyonuna geçemiyorsunuz, çünkü kollarınızı önünüzde birleştiremiyorsunuz. Atın gözlerinin duyularüstü “kolları” da aynı durumdadır; sol gözünün “kolları” hiçbir zaman sağ gözünün “kollarına” dokunamaz.

İnsanlar ise gözlerinin konumu sayesinde bu duyularüstü kolların birbirine temas etmesini sağlayabilirler. İşte bu, “Benlik” (I) duyusunun duyular üstü temelidir. Eğer sağ ve sol asla birleşemeseydi –ya da hayvanlarda olduğu gibi, örneğin dua etmek gibi ruhsal bir eylem için ön ayaklarını kullanamayan canlılarda olduğu gibi bu birleşme en az düzeyde olsaydı– insan asla bir ruhsal Benlik duygusuna ulaşamazdı.

(10) Gözde ve kulakta önemli olan şey, edilgen unsur değil, irade yoluyla dışarıya uzatılan etkin unsurdur. Modern felsefe bazen doğruya dair sezgiler taşımıştır ve genel olarak sadece doğru olanı kavramaktan ne kadar uzak olduğunu gösteren terimler üretmiştir. Lotze’nin felsefesindeki “nitelikler (attributes)” içerisinde, irade-duyusu yaşamının etkinliğini tanıdığına dair işaretler bulunur.

Ancak duyusal organizmamız temelde isteme doğasındadır; özellikle de dokunma, tat ve koku duyuları, daha yüksek bir anlamda metabolizmayla açık bir şekilde bağlantılıdır.

(11) Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: İnsanlar doğaya zihinsel olarak yönelip onun ölü yönlerini kavradıklarında, bu ölü yasalar onların bir parçası haline gelir. Ancak insanlar, doğayı ölümün ötesine taşıyan ve dünyanın geleceği olan şeyi, tanımlanması zor bir irade aracılığıyla, duyularına kadar uzanan bir güçle kavrayabilirler.

(12) Doğayla ilişkinizi, biraz önce söylediklerimi gerçekten hayal edebildiğinizde ne kadar canlı bir hâl alacağını düşünün. O zaman kendi kendinize şöyle diyeceksiniz: “Doğaya çıktığımda, ışık ve renkler gözlerimin önünde parıldıyor. Işığı ve onunla birlikte gelen renkleri içime aldığımda, doğanın geleceğe uzanan yönüyle birleşiyorum. Ama çalışma odama geri dönüp doğa üzerine düşünüp onun hakkında yasalar kurduğumda, doğanın sürekli olarak ölen kısmıyla ilgileniyorum.”

(13) Doğada ölüm ve oluş sürekli iç içe geçmiştir. Ölümü kavrayabiliriz, çünkü içimizde doğum öncesi yaşamımızın bir yansımasını taşıyoruz— bu yansıma aklın, düşünce dünyasının bir yansımasıdır ve doğanın temelinde yatan ölümü anlamamıza olanak verir.

Doğanın gelecekte var olacak olan kısmını ise yalnızca aklımız ve düşünce yaşamımızla değil, aynı zamanda içimizde bulunan isteme yönümüzle kavrayabildiğimiz için anlayabiliriz.

Eğer insanlar, doğum öncesi yaşamlarından dünyadaki yaşamları boyunca bir şey taşıyamasalardı, yani düşünme yaşamına dönüşen bir şeyi kurtaramasaydılar, asla özgürlüğe ulaşamazlardı. İnsanların yalnızca ölüme bir ilişkisi olurdu ve ölü doğayla ilişkili olan şeyi özgürleştirmek istediklerinde, aslında ölmekte olan bir şeyi özgürleştirmek istemiş olurlardı.

Eğer doğayla kurdukları ilişkiyi bir isteme varlığı olarak kullanmak isteselerdi, o zaman bir tür dalgınlık içine düşerlerdi; çünkü doğayla irade aracılığıyla kurulan her ilişki hâlâ bir tohum niteliğindedir. O zaman insanlar sadece doğanın varlıkları olurlardı ama özgür varlıklar olamazlardı.

(14) Bu iki etkinliğin—yani akılla ölü olanı kavrama ve iradeyle canlı olanı kavrama—üzerinde yalnızca insana özgü bir şey vardır. Bu, doğumdan ölüme kadar süren, doğadaki dış olgularla ilişkili olmayan ama insanın duyularüstü doğasıyla ilgili olan saf düşünmedir. Bu, insanı bağımsız bir varlık yapan şeyle ilgilidir ve hem ölü olanın altında hem canlı olanın üstünde yer alır. Eğer insan özgürlüğünden söz etmek istiyorsak, o zaman insanlardaki bu özerklik yönüne saygı duymamız gerekir; içinde her zaman iradenin yaşadığı saf, duyusuz düşünceye yönelmeliyiz.

(15) Ama doğaya bu bakış açısından bakarsanız şöyle diyeceksiniz: “Doğaya bakıyorum ve içimde hem ölüm akışı hem de yeniden doğuş akışı var; ölüm ve yeniden doğma.”

Modern bilim bu ilişkiyi neredeyse hiç anlamıyor; çünkü bilim için doğa bir bütündür ve ölüm ile oluş sürekli iç içe geçmiştir. Günümüzde doğa ve doğanın özü hakkında bilim insanlarının söylediklerinin çoğu çok karışıktır; çünkü ölüm ve oluş sürekli karışık bir biçimde sunulmaktadır.

Bu iki akımı saf biçimde birbirinden ayırmak istiyorsanız, o zaman kendinize şu soruyu sormalısınız: “İnsan olmasaydı doğa nasıl olurdu?”

(16) Modern bilim ve onun dayandığı felsefe, bu sorun karşısında garip bir durumdadır. Düşünün ki bir modern bilim insanına şöyle bir soru sordunuz: “Eğer insan diye bir varlık hiç olmasaydı, doğa ve doğanın özü nasıl olurdu?” Doğal olarak, bilim insanı önce bu sorudan dolayı şaşkına dönerdi, çünkü bu alışılmadık bir sorudur. Ancak, bilimsel bilgiler doğrultusunda bu soruya yanıt vermeye çalışır ve şöyle derdi: “O zaman dünyada mineraller, bitkiler ve hayvanlar olurdu ama insanlar olmazdı. Dünya’nın gelişim süreci, Kant-Laplace sisimsi durumu gibi başlangıçlardan bugüne kadar nasıl geldiyse, aynı şekilde devam ederdi; sadece bu sürece insanlar dâhil olmazdı.”

Başka bir cevap veremezdi. Bilim insanı belki şunu da eklerdi: “İnsanlar toprağı işleyerek ya da makineler yaparak Dünya’nın yüzeyinde değişiklikler yaratıyorlar ama bunlar, doğanın kendi getirdiği değişimlerle karşılaştırıldığında pek de önemli değildir.”

Dolayısıyla bilim insanı, ilke olarak her zaman şunu söyleyecektir: “İnsan olmasa da mineraller, bitkiler ve hayvanlar gelişirdi.” 

(17) Bu doğru değildir. Eğer Dünya’nın evriminde insan yer almazsa, hayvanların çoğu var olmazdı. Özellikle yüksek gelişmiş hayvanların büyük bir kısmı, yalnızca insanın onları ‘dirsekleyip’ dışına atması sayesinde ortaya çıkmıştır (burada elbette mecazi anlamda konuşuyorum).

Dünya evriminin belirli bir aşamasında, insan gelişimini sürdürebilmek için—ve o zamanki doğası bugünkünden çok farklıydı—kendi doğasından daha yüksek hayvanları ayrıştırmak zorundaydı.

Bu ayrışımı şöyle hayal edebiliriz: içinde bir şeyin çözündüğü bir karışım düşünün, sonra bu çözünmüş madde çökelip dibe düşüyor. Aynı şekilde, insan bir zamanlar hayvan dünyasıyla birdi; sonra hayvanlar çökelmiş gibi ondan ayrıştı. Yani, insanlar bugünkü hallerine gelebilsin diye, hayvanlar bugünkü hallerini aldılar. İnsanlık Dünya evrimine katılmamış olsaydı, hayvanlar da Dünya da bugünkü görünümlerine kavuşamazdı.

(18) Şimdi mineral ve bitki dünyasına geçelim. Şunu çok açık bir şekilde kavramalıyız: yalnızca alt düzeydeki hayvan formları değil, aynı zamanda bitki ve mineral dünyası da eğer yeryüzünde insan olmasaydı çoktan taşlaşır, gelişimini durdururdu.

Modern dünya görüşü, doğaya tek taraflı bakışına dayanarak şöyle der: “Bu her ne kadar ilginç olsa da, insanlar ölüyor, bedenleri ya gömülüyor ya da yakılıyor, böylece toprağa teslim ediliyorlar. Ancak bu durumun Dünya’nın gelişimi üzerinde gerçek bir etkisi yoktur. Eğer insan bedenleri toprağa verilmeseydi bile, Dünya aynı şekilde gelişmeye devam ederdi.”

Bu görüş aslında insanların hiç farkında olmadığını gösterir: İnsan bedenlerinin —yakılarak ya da gömülerek— sürekli olarak yeryüzüne teslim edilmesi, Dünya için gerçek ve sürekli sonuçlar doğuran bir süreçtir.

(19) Çiftçi kadınlar, şehirli kadınlara kıyasla, mayanın ekmek yapımındaki anlamının ne olduğunu çok daha iyi bilirler — çünkü hamura çok az miktarda eklense bile, onsuz ekmeğin kabarmayacağını bilirler. Aynı şekilde, eğer Dünya sürekli olarak insan cesetlerinden gelen güçlerle beslenmeseydi, gelişimini çoktan tamamlamış olurdu. İnsanın ölümünde ruh ve beden ayrıldığında, insanın ruhsal-bilişsel varlığı tarafından serbest bırakılan bu güçler, Dünya’nın evrimine katkıda bulunur. İnsan cesetlerinin içerdiği bu güçler, Dünya’nın gelişimini destekler. Eğer bu güçlerin desteği olmasaydı, mineraller artık kristalleşme güçlerini gösteremezdi. Aksi takdirde, mineraller çoktan dağılmış ve çözünmüş olurdu. Aynı şekilde, artık büyüyemeyecek olan bitkiler bu güçler sayesinde hâlâ büyüyebilmektedir. Alt düzey hayvanlar için de durum aynıdır. İnsan bedeni, Dünya’nın gelişimi için maya benzeri bir katkı sağlar.

(20) Dolayısıyla, insanlığın Dünya üzerinde yaşayıp yaşamaması önemsiz bir konu değildir. Şu iddia doğru değildir: “Eğer insanlar olmasaydı da, mineral, bitki ve hayvan âlemlerinin gelişimi devam ederdi.” Doğanın süreci, insanın da içinde yer aldığı, bütüncül ve kapalı bir süreçtir. İnsanı doğru şekilde ancak, insanın —ölümünde bile— kozmik sürecin içinde durduğunu düşündüğümüzde anlayabiliriz.

(21) Eğer bu düşünceleri ciddiyetle ele alırsanız, o zaman şu düşünce sizi hiç şaşırtmayacaktır: İnsan ruhsal dünyadan fiziksel dünyaya inerken, fiziksel bir bedenle giydirilir. Elbette ki çocukken aldığımız beden ile ölürken bıraktığımız beden aynı değildir. O bedende bir şeyler olmuştur. Bu ‘olan şey’, yalnızca insanın ruhsal güçlerinin bedeni sarmasıyla gerçekleşebilir. Hepimiz, hayvanların yediği şeyleri yeriz; yani, dışsal maddeyi hayvanlar gibi dönüştürürüz. Ancak biz, bu dönüşümü, hayvanların sahip olmadığı bir şeyin etkisi altında yaparız: ruhsal dünyadan inip insan bedenine birleşen bir güç.

Böylece biz, maddeyle bitki ya da hayvanların yaptığı gibi değil, farklı bir şekilde işleriz. Ölümde toprağa verdiğimiz insan bedenindeki madde, dönüşmüş bir maddedir — doğumda aldığımızdan farklıdır. İnsan doğumda aldığı madde ve güçleri, yaşam sürecinde yeniler ve onları dönüşmüş hâlde toprağa geri verir. Yani, insan, yaşam boyunca, fiziksel-duyusal Dünya sürecine, sürekli olarak ruhsal âlemden bir akış sağlar.

İnsan doğumla birlikte ruhsal dünyadan aşağıya bir şey getirir, sonra yaşamı boyunca dışarıdan madde ve güç alır ve ölümde bunu Dünya’ya geri verir. Böylece insan, duyusal dünyaya sürekli bir ruhsal damla akışı sağlar. Ancak bu noktada önemli olan şudur: Bu damlalar, eğer insan onları alıp Dünya’ya aktarmasaydı, yeryüzü için verimsiz kalırdı. İnsan doğduğunda bu damlaları almaya başlar ve öldüğünde onları geri verir — bu, Dünya’nın ruhsal güçlerle sürekli olarak gübrelenmesidir. İşte bu gübreleme sayesinde, ruhsal güçler Dünya’nın evrimsel sürecini ayakta tutar. İnsan cesedi olmadan, Dünya çoktan ölmüş olurdu.

Doğum Ölüm

 

Şekil  6: İnsan hayatı

(22) Tüm bunları söyledikten sonra şimdi şu soruyu sorabiliriz: Ölüm güçlerinin insan doğasıyla ilgisi nedir? Elbette, doğada sürekli etkin olan ölüm getiren güçler insan doğası üzerinde de etkilidir. Eğer insanlar doğayı sürekli olarak canlandırmasaydı, doğa ölürdü. Peki, bu ölüm getiren güçler insan doğasına nasıl etki eder?

Bu güçler, iskelet yapısından sinir sistemine kadar uzanan tüm insan özelliklerini oluşturur. Kemikleri ve onlarla bağlantılı her şeyi şekillendiren şeyin, diğer sistemleri şekillendiren şeylerden doğası tamamen farklıdır. Ölüm getiren güçler üzerimizde etkilidir — eğer bu güçleri olduğu gibi bırakacak olursak, insan kemiği hâline geliriz. Bu güçler üzerimizde etkilidir — eğer onları zayıflatırsak, insan siniri hâline geliriz.

Peki, sinir nedir? Sinir, sürekli olarak kemik olmak isteyen ama iskelet ve sinir sistemi dışında kalan insan doğasının diğer yönleri tarafından bu arzusu engellenen bir şeydir. Sinir, sürekli sertleşmeye çalışır ve bu süreçte, insan kemiği gibi, ölü hâle gelme yönünde baskı altındadır. Hayvan kemiklerinde durum biraz farklıdır — onlar insan kemiklerinden çok daha canlıdır.

Dolayısıyla, insan doğasının bir yanını, iskelet ve sinir sistemi üzerinde etkili olan ölüm-akımı olarak düşünebiliriz. Bu, insan doğasının bir kutbudur.

(23) Diğer akım ise, sürekli yaşam veren güçlerin etkili olduğu yerlerdir — kaslar, kan ve bunlarla bağlantılı her şey. Sinirlerin kemiğe dönüşmemesinin tek nedeni, kanda ve kaslarda etkin olan bu yaşam güçlerinin, sinirlerin kireçlenme eğilimine karşı koymasıdır.

Raşitizm (kemiklerin uygun şekilde ölememesi), büyüme sırasında kemikler ile kan ve kaslar arasında yanlış bir ilişki olduğunda ortaya çıkar. Bu yüzden, kas ve kan ile iskelet ve sinir sistemi arasındaki doğru etkileşimi geliştirmek son derece önemlidir.

Gözün, kaslar ve kanda yaşayan isteme özünü, kemikler ve sinirlerdeki bilgelikle bağlayabilme yeteneği, kemikler ve sinirlerin göze olan özel ilişkisi sayesinde mümkün olur. Kemikler geri çekilir ve bir boşluk oluşturur, gözde ise yalnızca zayıflatılmış bir biçimleri olan sinirler kalır.

Yine burada, eski bilimin çok önemli gördüğü fakat modern bilimin çocukça bir fikir diyerek güldüğü bir anlayışa geliriz. Ancak modern bilim, farklı bir biçimde olsa da bu görüşe geri dönecektir.

(24) Eskiler, sinir maddesi ile kemik maddesi arasında bir ilişki olduğunu hissederdi. Onlar, insanların sadece sinirleriyle değil, kemikleriyle de düşündüğüne inanırlardı. Bu doğrudur. Soyut bilimde sahip olduğumuz her şeyi iskelet sistemimize borçluyuz.

Örneğin, insan neden geometri geliştirebilir? Yüksek düzeydeki hayvanların geometrisi yoktur; bunu onların yaşam tarzlarında görebiliriz. “Hayvanların da geometrisi olabilir ama biz bunu fark etmiyoruz” demek saçmalıktır. Geometriyi insanlar yaratır. Ama bir insan, örneğin bir üçgen fikrini nasıl geliştirir?

Eğer bir insanın üçgen fikrini geliştirdiğini ciddi şekilde düşünürsek, harika bir şey fark ederiz: İnsanlar salt geometrik hayal gücünden yola çıkarak üçgeni geliştirmiştir — ki bu şekil somut yaşamda doğrudan bulunmaz.

Dünyadaki olayların kalbinde yatan pek çok bilinmeyen şey, bu düşünceyle açığa çıkar.

Örneğin, bu odada belirli bir noktada durduğunuzu varsayın. Süpersensibl (duyu ötesi) bir varlık olarak, çeşitli zamanlarda farkında olmadan dikkate değer jestler yaparsınız. Örneğin, biraz sağa, biraz sola kayar, sonra başladığınız yere geri dönersiniz. Bu hareketlerle, farkında olmadan uzayda bir üçgen çizersiniz.

 

Şekil  7: Jestler

Bu tür hareketler gerçekten vardır, ancak onları algılamazsınız. Fakat dik duran bir omurgaya sahip olduğunuz için, bu hareketlerin gerçekleştiği düzlemde yaşarsınız.

(25) Hayvanlar bu düzlemde yaşamazlar çünkü omurilikleri farklı bir konumdadır; bu yüzden insanlar gibi bu hareketleri gerçekleştirmezler. İnsanın omuriliği dik olduğu için, insan bu hareketlerin düzleminde yaşar. İnsan bunun bilincinde değildir; şöyle demez: “Ben sürekli üçgen şeklinde dans ediyorum.” Ancak bir üçgen çizer ve “İşte bu bir üçgen!” der. Gerçekte, bu sadece farkında olmadan yapılan kozmik bir harekettir.

(26) Geometri dersinde geometrik şekiller çizerken kaydettiğiniz bu hareketler, aynı zamanda Dünya'nın da yaptığı hareketlerdir. Dünya, Kopernikçi bakış açısının ona atfettiğinden çok daha fazla harekete sahiptir; sürekli olarak başka, oldukça sanatsal hareketler gerçekleştirir. Daha karmaşık hareketler de vardır; örneğin geometrik cisimlerin — küp, oktahedron, dodekahedron — hareketleri. Bu cisimler birer fantezi değil, gerçektir; ancak bilinçsiz bir gerçekliktir. İnsan bilgisinin bilinçaltında, bu şekillerle ve diğer formlarla dikkate değer yankılar bulunur.

İskeletimiz büyük bir bilgiye sahiptir, ama bilincimizle iskeletin derinliklerine erişemediğimiz için bu bilgi silinir; geriye yalnızca insan eliyle çizilen geometrik şekillerde bir yansıması kalır. İnsan, kozmosla doğrudan bağlantılıdır ve insanın geometri geliştirmesi, aslında onun kozmos içinde yaptığı bir şeyin dünyevi bir modelidir.

(27) Burada bir tarafta sürekli olarak ölen bir dünya görüyoruz. Öte yandan ise, kanımızda ve kaslarımızda etkin olan, sürekli hareket eden, dalgalanan, sürekli oluş ve yaratım hâlinde olan bir şey var — her zaman bir embriyo gibi, içinde hiçbir şeyin ölmediği bir süreç.

İnsan olarak biz, içimizdeki ölme sürecini yavaşlatırız — sadece biz insanlar bunu yapabiliriz — ve bu sürecin içine yaratıcı bir süreç sokarız.

Eğer insanlar Dünya’da var olmasaydı, bu ölüm süreci çoktan tüm Dünya'ya yayılmış olurdu ve Dünya büyük bir kristalleşmiş forma dönüşürdü. Artık bireysel kristaller bile var olamazdı. İnsanlar olarak biz, bu büyük kristalleşme sürecinden bireysel kristalleri çekip çıkarır ve onları, insani gelişimimiz için ihtiyaç duyduğumuz süre boyunca koruruz. Böylece biz, Dünya'nın yaşamında da etkinliği sürdüren varlıklarız.

İnsanlar, Dünya’nın yaşamını sürdürür; bu nedenle, insanlık Dünya'nın yaşamından ayrılamaz.

Pessimist düşünür Eduard von Hartmann, bir gün insanlığın öyle olgunlaşacağını ve tüm insanların topluca intihar edeceğini söylemişti — bu düşünce, özünde gerçek bir fikirdi.(16) Bilimsel bakış açısının sınırları nedeniyle Hartmann bununla yetinmedi; insanların hepsinin intihar etmesini yeterli görmedi, aynı zamanda Dünya’nın da patlatılmasını istedi. Ancak bunu eklemesine gerek bile yoktu: Yalnızca büyük intihar gününü ilan etmesi yeterliydi, Dünya zaten yavaş yavaş kendini yok edecekti!

Çünkü insanların Dünya’ya kattıkları olmadan, yeryüzü gelişimini sürdüremez. Bu bilgiyi duygu dünyamıza kadar sindirmemiz gerekir. Artık bu şeyleri anlamak zorundayız.

(28) Belki de en eski yazılarımda tekrarlayan bir düşüncenin, bilgiyi mevcut düşünceden farklı bir temele oturtmak isteğim olduğunu hatırlıyorsunuzdur. Anglo-Amerikan felsefesinde insan, yalnızca dünyanın bir gözlemcisidir. İçsel ruhsal süreçleriyle insan, dünyayı sadece izler. Bu bakış açısına göre, eğer insanlar var olmasaydı ve ruhları dış dünyada gerçekleşen olayları yeniden yaşamazsa, her şey yine de olduğu gibi kalırdı. İnsanlar, bu düşüncenin hem az önce tartıştığım doğal bilimsel gelişmeler için hem de felsefe için geçerli olduğunu düşündüler. Modern filozoflar dünya gözlemcisi olarak oldukça rahatlar, yani bilişin ölen öğesi içinde oldukça rahattırlar. Bilişi bu ölen öğeden çıkarmak istedim. Bu nedenle, insanın yalnızca bir gözlemci olmadığını her zaman tekrar ettim. Daha ziyade, insan büyük kozmik olayların tekrar tekrar sahnelendiği dünya sahnesidir. İnsan, ruhsal yaşamıyla dünya olaylarının sahnesidir. Bu görüşü felsefi ve soyut bir biçimde böyle ifade edebiliriz. Truth and Knowledge adlı kitabımın son bölümünde vurguladığım gibi, insanlarda meydana gelen şeyler için doğanın geri kalanında eşdeğer bir şey bulamayız. Doğanın geri kalanı, aynı zamanda bir kozmik süreç olan doğa, insanın içine girer. İnsan ruhu, yalnızca insanın değil, aynı zamanda bir kozmik sürecin oynandığı bir sahnedir. Bugün, bunu birçok insanın anlaması zor. Ancak, bu görüşlere nüfuz etmezseniz, iyi bir öğretmen olmanız imkansızdır.

(29) İnsanlarda gerçekte ne olur? Bir yanda iskelet-sinir etkinliği, diğer yanda kan-kas etkinliği vardır. Bu iki etkinliğin etkileşimi sürekli olarak maddeyi ve enerjiyi yeniden yaratır. Dünya, insanların madde ve enerji yaratması sayesinde ölümden kurtulur. Şimdi, az önce söylediğim şeyi, yani kanın sinirlerle bağlantısı aracılığıyla madde ve enerji yaratma işlevini, önceki dersimde söylediğim kanın sürekli olarak ruhsallığa doğru ilerlediği ve orada dirençle karşılaştığı fikriyle ilişkilendirebilirsiniz. Bu iki düşünceyi daha da bağlantılandıracağız ve geliştireceğiz. Ancak, zaten insanların yaygın olarak kabul ettiği enerji ve madde korunumu fikrinin ne kadar yanlış olduğunu görebilirsiniz. Normalde sunulduğu haliyle, insan doğasını gerçek anlamda kavramaya bir engeldir. Bilim için verimli bir şey ancak insanlar enerji ve maddenin korunumu hakkındaki düşüncelerini şu sentez düşüncesiyle değiştirdiğinde elde edilebilir: Hiçbir şey hiçlikten gelmese de, bir şey öyle bir şekilde dönüşebilir ki artık var olmaz ve yerine başka bir şey ortaya çıkar.

(30) Düşüncelerimizin ne kadar yanlış yönlendirildiğini görüyorsunuz. Örneğin, fizik kitaplarında Enerji ve Maddenin Korunumu Yasası gibi bir şey oluşturur ve bunu bir doğa yasası olarak ilan ederiz. Bu, düşüncelerimizde ya da daha genel olarak ruh yaşamımızda şeylerin tek taraflı bir açıklamasına yönelik belirli bir eğilimin sonucudur. Halbuki yalnızca geliştirdiğimiz fikirlerden yola çıkarak bazı önermeler yapmalı, yasalar ilan etmemeliyiz. Örneğin, fizik kitaplarında Geçirimsizlik Yasası bulunabilir: Uzayda bir nokta üzerinde bir cisim varsa, aynı anda başka bir cisim orada bulunamaz. Bu, cisimlerin genel bir özelliği olarak belirtilir. Ancak, söylememiz gereken şey, doğası gereği uzayda bulundukları noktada başka bir varlığın aynı anda bulunmasını engelleyen varlıkların geçirimsiz olduğudur. Kavramları sadece bir alanı diğerinden ayırmak için kullanmalıyız. Evrensel olduğunu iddia eden tanımlar yapmamalı, yalnızca önermeler oluşturmalıyız. Bu nedenle, Enerji ve Maddenin Korunumu Yasası'nı oluşturmamalı, bunun anlamlı olduğu varlıkları araştırmalıyız. On dokuzuncu yüzyılda, yasalar oluşturup bunları her şey için geçerli olduğunu iddia etmek gibi bir eğilim vardı. Oysa, şeylere ruh yaşamımızın gözlem gücüyle yaklaşmalı ve onları olduğu gibi deneyimlemeliyiz.


13 Eylül 2025 Cumartesi

Ders 2: Stuttgart / 22 Agustos 1919- Öğretmen seminerleri

Gelecekte, tüm eğitim, dünyayı antroposofik bir anlayışla geliştirilmiş bir psikolojiye dayanarak inşa edilmelidir. Günümüzde herkes, eğitimin genel olarak psikolojiye dayanması gerektiğini kabul eder. Geçmişte, örneğin, yaygın Herbartçı pedagoji, eğitim yöntemlerini Herbart’ın psikolojisine dayandırıyordu. Son yüzyıllardan günümüze kadar, gerçekten faydalı bir psikolojinin gelişmesini engelleyen belirli bir etken vardı. Bu, içinde bulunduğumuz Bilinç Ruhu Çağı’nda, insan ruhunu gerçek anlamda kavrayabilecek ruhsal derinliğe ulaşamamış olmamızdan kaynaklanmaktadır. Dördüncü post-Atlantis döneminin bilgisine dayanan psikolojik kavramlar ise günümüzde artık içerikten yoksundur ve ruhu anlama alanında klişeleşmiş hale gelmiştir. Modern bir psikoloji kitabına ya da psikolojiyle ilgili herhangi bir çalışmaya bakarsanız, onun gerçek bir içeriğe sahip olmadığını görürsünüz. Psikologların yalnızca kavramlarla oynadığı izlenimine kapılırsınız. Örneğin, bugün düşünme ya da isteme hakkında kim net kavramlar oluşturabiliyor? Psikolojik ya da pedagojik eserlerde düşünme ya da isteme hakkında tanım üzerine tanım bulabilirsiniz, fakat bu tanımlar size düşünme ya da isteme hakkında gerçek bir fikir vermez. Tarihsel bir zorunluluk nedeniyle, insanlar bireysel insan ruhunu kozmosla ilişkilendirmeyi tamamen ihmal etmiştir. İnsanlar, insan ruhunun kozmosla nasıl bir ilişki içinde olduğunu anlayacak durumda değiller. Bireysel insan varlığının bütün kozmosla ilişkisini görebildiğinizde, insan doğası hakkında bir fikir edinebilirsiniz.

(2) Şimdi genellikle "düşünce" olarak adlandırılan şeye bakalım. Çocuklarda elbette düşünme, hissetme ve isteme yetilerini geliştirmemiz gerekir. Bu nedenle, önce düşünmenin ne olduğuna dair net bir kavram geliştirmeliyiz. Düşüncelerin insanlarda nasıl yaşadığını nesnel bir şekilde gözlemleyen biri, onların imgesel karakterini hemen fark eder. Düşünceler imgesel bir nitelik taşır. Düşünmede varoluşsal bir şey, yani bir düşüncede gerçek bir varlık arayan kişi büyük bir yanılgıya düşer. Düşünceler gerçekten var olsaydı bu ne anlama gelirdi? Hiç şüphesiz, varoluşsal özelliklerimiz vardır. Örneğin, fiziksel bedenimizin bazı özelliklerini ele alalım. (Burada söylediklerim kaba bir yaklaşımdır.) Gözlerimizi, burnumuzu ya da midemizi ele alın; bunların hepsi varoluşsal özelliklerdir. Bu özelliklerin içinde yaşarız, fakat bunlarla düşünemeyiz. Kendi benliğinizin özü bu özelliklerde ifade bulur, onlarla özdeşleşirsiniz. Ancak, düşüncelerin imgesel bir niteliğe sahip olması ve bizimle o kadar bütünleşmemeleri – yani biz onların bir parçası değiliz – bize bir şeyi kavrama olanağı verir. Düşüncelerimiz aslında var değildir, onlar yalnızca imgelerden ibarettir.

İnsanlık gelişiminin önceki döneminin sonunda, varlık ile düşünmenin özdeşleştirilmesiyle büyük bir hata yapılmıştır. “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım), modern dünya görüşünün en büyük yanılgısıdır. “Cogito”nun (düşünüyorum) tam kapsamı içinde bir “sum” (varım) yoktur, sadece bir “non sum” (yokum) vardır. Bu da demektir ki, bilişime göre ben var değilim, sadece bir imge vardır. Düşünmenin imgesel karakterini incelediğinizde, ona niteliksel bir şekilde odaklanmanız gerekir. Düşüncelerin hareketliliğini görmeniz gerekir. Bir bakıma, varoluşla bir şekilde yankı uyandıran, ama yine de yetersiz bir etkinlik kavramı oluşturmanız gerekir. Ancak, düşünmenin etkinliği içinde yalnızca imgesel bir etkinlik olduğunu kabul etmeliyiz. Bu nedenle, düşünme yoluyla gelişen her şey, imgelerin bir metamorfozudur, yani dönüşümüdür. Ancak imgeler mutlaka bir şeyin imgeleri olmalıdır; sadece kendi başlarına imge olamazlar. Aynadaki bir görüntüyü düşündüğünüzde, bu görüntünün aynada belirdiğini söyleyebilirsiniz; fakat görüntünün içeriği aynanın arkasında değildir, bambaşka bir yerde, aynadan tamamen bağımsız olarak varlık gösterir. Ayna neyi yansıttığıyla hiç ilgilenmez; her türlü şey aynada yansıtılabilir.

(3) Eğer düşünmenin bu anlamda tam olarak bir imgesel etkinlik olduğunu biliyorsak, şu soruyu sormalıyız: Düşüncelerimiz neyi tasvir eder? Elbette, geleneksel bilim bu konuda bize hiçbir şey söyleyemez; bu konuda yalnızca ruhbilim (spiritüel bilim) yardımcı olabilir. Düşünme, doğumdan önceki ya da ana rahmine düşmeden önceki tüm deneyimlerimizin bir tasviridir. Eğer doğumdan önce yaşamış olduğunuza emin değilseniz, düşünmeyi gerçek anlamda anlayamazsınız. Aynanın mekânsal nesneleri yansıtması gibi, şimdiki yaşamınız da ölüm ile yeni bir doğum arasındaki yaşamınızı yansıtır ve bu yansıma sizin imgesel düşünmenizdir.


Düşünce

Resim


Doğum Ölüm

Şekil  2: Düşünce

(4) Bu nedenle, bunu görsel olarak düşündüğünüzde, yaşamınızın seyrini doğum ve ölüm arasında, sağa ve sola sıkışmış olarak hayal etmelisiniz. Dahası, doğumunuzdan önceki düşünsel imgelerin sürekli olarak buna aktığını ve insan doğası tarafından yansıtıldığını hayal etmelisiniz. Bu şekilde, doğumdan önce ruhsal dünyada gerçekleştirdiğiniz etkinlik fiziksel bedeniniz tarafından yansıtıldığında, görsel düşünmeyi deneyimlemiş olursunuz. Yeterli sezgiye sahip olanlar için, düşüncenin kendisi doğum öncesi varoluşun kanıtıdır, çünkü bu varoluşun bir görüntüsüdür.

(5) Bu fikirleri öne sürerek, psikoloji ve pedagoji üzerine yazılmış eserlerde yer alan tanımlardan kendimizi kurtarabileceğimizi fark etmenizi istedim. Ayrıca, gerçek düşünmeyi ancak düşüncelerin doğum öncesi saf ruhsal dünyada ruhun faaliyetlerini yansıttığını bildiğimizde kavrayabileceğimizi fark etmenizi istiyorum. Düşünmeye dair diğer tüm tanımlar anlamsızdır, çünkü düşüncenin ne olduğunu bize anlatmazlar.

(6) Şimdi aynı şekilde irade kavramına dönmek istiyoruz.9 Normal bilinç için irade son derece kafa karıştırıcıdır. Psikologlar için irade, gerçek ve somut bir şey olmasına rağmen, aslında içeriği olmayan bir yapı olarak görülür. Psikologların iradeye atfettiği içeriklerin tamamı düşünceden türemiştir. Tek başına ele alındığında, iradenin gerçek bir içeriği yoktur. Ayrıca, iradeyi tanımlamak daha da zordur, çünkü somut bir içeriğe sahip değildir. Peki, irade gerçekten nedir? O, içimizdeki tohumdan başka bir şey değildir—ölümden sonra ruhsal gerçekliğimizin ne olacağını içinde barındıran bir çekirdektir. Yani, ölümden sonra ruhsal gerçekliğimizin ne olacağını hayal ederseniz ve bunu şimdiki anımızda içimizde bir tohum olarak düşünürseniz, iradeye ulaşmış olursunuz. Çizimimizde yaşamın seyri ölümle sonlanır, ancak irade bunun ötesine geçer.


Düşünce İrade

Resim Tohum


Doğum Ölüm

Şekil  3: Düşünce, irade, tohum

(7) Böylece, bir tarafta düşünmeyi, bunu doğum öncesi yaşamın bir resmi olarak kavramamız gerektiğini; diğer tarafta ise iradeyi, bunu ileride ortaya çıkacak bir tohum olarak kavramamız gerektiğini görmeliyiz. Tohum ile resim arasındaki farkı düşünün. Tohum, süper-gerçek bir şeydir, resim ise alt-gerçek bir şeydir. Tohum ancak ileride gerçek bir şeye dönüşecektir. İçinde, ileride gerçek olacak olanın özelliklerini taşır. Böylece irade, aslında çok ruhsal bir doğaya sahiptir. Schopenhauer bunu hissetti, ancak iradenin ölüm sonrası ruhsal dünyada gelişecek olan ruh-canın tohumu olduğunu fark edemedi. 

(8) Ruh yaşamının, belli bir şekilde, resimsel düşünme ve tohum gibi irade olarak ikiye ayrıldığını görebilirsiniz. Resim ile tohum arasında bir sınır vardır. Bu sınır, fiziksel insan yaşamıdır; doğum öncesi varoluşu yansıtır ve böylece resimsel düşünceler yaratır, ancak iradenin olgunlaşmasını engelleyerek onu sürekli bir tohum olarak tutar. Bu nedenle sormalıyız: Burada hangi kuvvetler etkindir?

(9) Açıkça görülüyor ki insanlarda doğum öncesi gerçekliği yansıtan ve ölüm sonrası gerçekliğin filizlenmesini engelleyen belirli kuvvetler mevcut olmalıdır. Burada “Teozofi” adlı kitabımdaki en önemli psikolojik kavramlara geliyoruz: Antipati ve sempati yansımaları. Şu anda fiziksel dünyadayız çünkü artık ruhsal dünyada kalamazdık. (Bu, ilk dersle bağlantılıdır.) Fiziksel dünyada bulunduğumuz ölçüde, ruhsal olan her şeye karşı bir antipati geliştiriyoruz; böylece doğum öncesi ruhsal gerçekliği bilinçsiz bir antipati olarak yansıtırız. İçimizde antipati gücünü taşırız ve bunun aracılığıyla doğum öncesi deneyimi sıradan bir zihinsel resme dönüştürürüz. Sempati ise, iradenin ölüm sonrası varoluşumuza yayılmasına olan bağlantımızdır. Bu iki şeyin, sempati ve antipati, doğrudan bilincinde değiliz; ancak bilinçsizce içimizde yaşarlar. Bunlar, sempati ve antipati arasındaki sürekli ritmik etkileşimi temsil eden duygularımızdır.13



Düşünce İrade

Tohum


      Antipati          Sempati

Resim    His

Şekil  4: Antipati, sempati

(10) Duygu dünyamız, sürekli bir etkileşim—sistol, diastol—sempati ve antipati arasındaki ritmik hareket olarak içimizde gelişir. Bu etkileşim sürekli olarak içimizde mevcuttur. Antipati bir yöne doğru ilerleyerek, ruhsal yaşamımızı sürekli olarak fikirler dünyasına dönüştürür. Sempati ise diğer yöne doğru ilerleyerek, ruhsal yaşamımızı irade eylemlerimize dönüştürür—ölüm sonrası ruhsal gerçekliğin tohumu haline getirir. İşte burada, ruhsal yaşamın gerçek bir anlayışına ulaşıyoruz: ruhsal yaşamın tohumunu, sempati ve antipati arasındaki ritim olarak yaratıyoruz.

(11) Antipati içinde neyi yansıtıyorsunuz? Doğumdan önce yaşadığınız tüm yaşamı, tüm dünyayı yansıtıyorsunuz. Bu öncelikle bilişsel bir karakter taşır. Dolayısıyla, doğum sonrası yaşamınızdaki bilişsel yetiniz, doğum öncesi hayatınızın ışığının yansımasıdır. Doğum öncesinde çok daha yüksek bir gerçeklik derecesine sahip olan biliş, antipati aracılığıyla bir görüntüye zayıflatılmış olur. Biliş, antipatiyle temas ettiğinde, bu etkileşim onu bir zihinsel resme dönüştürerek zayıflatır.

(12) Antipati yeterince güçlü olduğunda, oldukça özel bir şey meydana gelir. Doğum sonrası sıradan yaşamda, doğumdan önce içimizde kalan gücü kullanmadan görsel olarak düşünemezdik. Eğer bugün fiziksel bir varlık olarak kendinize şeyleri resimler halinde sunabiliyorsanız, bunu kendi gücünüzle değil, doğum öncesinden beri hâlâ etkin olan kuvvetle yapıyorsunuz. Bu kuvvetin döllenme ile birlikte faaliyetini sona erdirdiğini düşünebilirsiniz; ancak aslında etkin kalır ve biz, içimizde hâlâ ışığını yayan bu kuvveti kullanarak görsel düşünürüz. İçinizde, doğum öncesinden gelen canlı deneyimi sürekli olarak taşıyorsunuz, ancak onu yansıtacak güce sahipsiniz. Bu deneyim antipati ile karşılaşır. Eğer şimdi görsel olarak düşünüyorsanız, her resim antipati ile karşılaşır; ve antipati yeterince güçlü olduğunda, hafıza yaratılır. Böylece, hafıza, içimizde etkin olan antipatinin sonucundan başka bir şey değildir. İşte burada, duygusal antipatinin ayrım gözetmeyen yansıması ile hafızada algı etkinliğiyle gerçekleştirilen somut yansıma arasındaki bağlantıyı görebilirsiniz. Hafıza, yalnızca yükseltilmiş antipatidir. Düşüncelerinize o kadar büyük bir sempati duyuyorsanız ki onları "yutuyorsunuz", hafızaya sahip olamazsınız. Hafızaya yalnızca, düşüncelerinize karşı bir tür hoşnutsuzluk hissettiğinizde ve onları yansıtıp bilince getirmenizi sağlayan bir tepki oluştuğunda sahip olabilirsiniz. İşte bunların gerçekliği budur.

(13) Bütün bu süreci tamamladığınızda, bir şeyi tasvir ettiğinizde, onu hafızada yansıttığınızda ve bu resmi koruduğunuzda, kavram ortaya çıkar. Böylece, ruhsal etkinliğin bir tarafında, doğum öncesi yaşamımızla bağlantılı olan antipati bulunur.

(14) Şimdi diğer tarafı ele alalım: irade, ölüm sonrası yaşamın içimizdeki tohumu. İrade içimizde yaşar çünkü onunla sempati duyarız—ölümden sonra gelişecek olan bu tohumla sempati kurarız. Nasıl ki görsel düşünme antipatiye dayanıyorsa, irade de sempatiden beslenir. Eğer sempati yeterince güçlüyse—tıpkı düşüncelerin antipati aracılığıyla hafızaya dönüşmesi gibi—sempati aracılığıyla da hayal gücü yaratılır. Tam olarak hafızanın antipatiyle ortaya çıkması gibi, hayal gücü de sempatiden doğar. Eğer hayal gücünüz yeterince güçlüyse (ve normal yaşamda bu genellikle bilinçsiz olarak gerçekleşir), tüm varlığınızı, hatta duyularınızı içine alacak kadar yoğunlaşırsa, o zaman dış dünyayı kavramanızı sağlayan normal imgeleri edinmiş olursunuz. Tıpkı kavramların hafızadan doğması gibi, hayal gücünün ürettiği canlı resimler de duyusal algılarımızı oluşturur. Bunlar iradeden kaynaklanır.

(15) Psikolojide sıklıkla sürdürülen büyük bir hata, nesnelere baktığımızı, soyutlamalar yarattığımızı ve ardından bir görüntüye ulaştığımızı sanmaktır. Oysa durum böyle değildir. Örneğin, tebeşiri beyaz olarak algılamamız, iradenin bir ürünüdür—sempati ve hayal gücü aracılığıyla canlı bir görüntüye dönüşür. Buna karşılık, kavram oluşturma süreci tamamen farklı bir köken taşır, çünkü kavram hafızadan ortaya çıkar.

(16) Bu, ruhu tanımlar. İnsan doğasını kavrayamazsınız, eğer insanın sempatik ve antipatik yönleri arasındaki farkı anlamazsanız. Daha önce tarif ettiğim sempatik ve antipatik yönler, ölümden sonraki ruh dünyasında ortaya çıkar. Orada, sempati ve antipati örtüsüz bir şekilde bulunur.

(17) Az önce insan ruhunu tanımladım.20 Fiziksel düzlemde ruh, insan bedeni ile bağlantılıdır. Ruhla ilgili her şey, geçici beden içinde açığa çıkar. Bir tarafta, beden sinir sistemi aracılığıyla antipatiyi, hafızayı ve kavramları ifade eder. Doğum öncesi yaşam, insan bedeninde sinir sistemini düzenler. Doğum öncesi ruhsal deneyimler, insan bedeni üzerinde antipati, hafıza ve kavramlar aracılığıyla etkili olur ve sinirleri oluşturur. Sinirlerin doğru anlaşılması budur. Duyusal ve motor sinirler arasındaki ayrım hakkında yapılan tüm konuşmalar, daha önce de belirttiğim gibi, anlamsızdır.

(18) Benzer şekilde, irade, sempati, hayal gücü ve canlı imgeler, insan ile belirli bir ilişkide çalışır. Bu, tohum benzeri bir şeyle bağlantılıdır; bu yüzden, asla tam anlamıyla bir sonuca ulaşamaz, yaratıldığı anda dağılmalıdır. Bir filiz olarak kalmalı ve gelişimde çok ileri gitmemelidir; dolayısıyla, yaratıldığı anda yok olmalıdır. Burada insanla ilgili oldukça önemli bir noktaya geliyoruz. Bütün insanı anlamayı öğrenmelisiniz: ruh, can ve beden. İnsan içinde sürekli olarak ruhsal hale gelme eğiliminde olan bir şey oluşur. Ancak insanlar onu egosal bir biçimde o kadar çok severler ki, onu bedende tutmak isterler, bu yüzden asla ruhsal hale gelemez; yaşayan fiziksel bedenlerinin içinde çözülür. İçimizde maddesel bir şey vardır, ancak sürekli olarak maddesel durumdan ruhsal duruma kayma eğilimindedir. Onun ruhsal hale gelmesine izin vermeyiz, böylece ruhsal hale gelmek istediği anda onu yok ederiz. İşte bu, sinirlerin karşılığı olan kandır.

KAN

Biliş İrade

Antipati Sempati

Hafıza Hayal Gücü

Kavram Yaşayan Resimler

SİNİR

Şekil  5: Kan ve sinir

(19) Kan, gerçekten “çok özel bir sıvıdır”. Eğer onu insan bedeninden çıkarabilseydik ve başka fiziksel etkenler tarafından yok edilmeden kan olarak kalmasını sağlayabilseydik (ki bu, dünyasal koşullar altında mümkün değildir), bir ruh kasırgası gibi yukarı doğru dönerdi. Kanın yok edilmesi gereklidir ki biz onu ölümümüze kadar bedenimizde tutabilelim ve ruh olarak yükselmesine izin vermeyelim. Sürekli olarak kan yaratır ve yok ederiz—nefes alıp vererek bu döngüyü sürdürürüz.

(20) İçimizde kutupsal bir süreç vardır. Kan dolaşımına paralel seyreden süreçler, varlığımızı sürekli olarak ruhsal alana yönlendirme eğilimindedir. Motor sinirlerden normal şekilde bahsetmek anlamsızdır, çünkü motor sinirler aslında kan akışı olurdu. Kana karşıt olarak, tüm sinirler sürekli olarak ölmeye ve fiziksel olmaya programlanmıştır. Sinir yolları boyunca bulunan şeyler aslında salgılanmış materyallerdir. Sinirler aslında bir atık madde gibidir. Kan sürekli olarak daha ruhsal olmaya eğilim gösterirken, sinirler daha maddesel hale gelir. İşte bu kutuplaşmadır. Bu temel ilkeleri ilerleyen derslerde ele alacağız ve onları takip ettiğimizde, beden ve ruh sağlığını koruyacak şekilde eğitimi nasıl şekillendirebileceğimizi göreceğiz. Çocukları sağlıklı beden ve ruh için eğitmek yerine, ruh ve can çöküşüne hazırlamak büyük bir hata olur. Eğitimde başarısızlıkların büyük bir kısmı, birçok şeyin fark edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Fizyologlar duyusal ve motor sinirlerden bahsettiklerinde gerçeğe ulaştıklarını sanıyorlar, ancak aslında kelimelerle oynuyorlar. Örneğin, bazı sinirlerin hasar görmesi nedeniyle insanların yürüyememesi üzerine “bacakları hareket ettiren motor sinirler felç oldu” diyorlar. Aslında, kişi kendi bacaklarını algılayamadığı için yürüyemez. Çağımız, bir dizi hata içinde kaybolmaya mahkûm olmuştur—ta ki biz bu hatalar üzerinde çalışarak özgür insanlar haline gelene kadar.

(22) Şimdi az önce söylediklerimi düşünün—insanın özünün ancak kozmos ile bağlantı içinde anlaşılabileceğini. Düşündüğümüzde, içimizde kozmos vardır. Doğmadan önce kozmostaydık ve o zaman yaşadığımız deneyimler şimdi içimizde yansıyor. Ölüm kapılarından geçtiğimizde yeniden kozmosta olacağız ve gelecekteki yaşamımız, irademizde gerçekleşen olaylar aracılığıyla tohum gibi ifade edilir. İçimizde bilinçsizce çalışan şeyler, kozmosta bilinçli olarak daha yüksek bir biliş düzeyinde işler.

(23) Bedenin ortaya çıkışında sempati ve antipati üç katmanlı bir biçimde kendini gösterir. Belirli bir anlamda, bedenimizde sempati ve antipatinin birbirine etki ettiği üç merkez vardır. İlk merkez, kan ve sinirlerin etkileşim içinde olduğu baş bölgesindedir—burada hafıza oluşur. Sinir aktivitesinin kesintiye uğradığı her yerde, bir boşluk vardır ve bu noktada sempati ile antipati etkileşime girer. Örneğin, böyle bir boşluk omurilikte, bir sinir arka boynuzlara doğru giderken, diğerinin ön boynuzlardan uzaklaşması sırasında bulunabilir. Başka bir boşluk ise sempatik sinirlerde gömülü olan gangliyonlarda mevcuttur. Biz, dışarıdan göründüğümüz kadar basit varlıklar değiliz. Organizmanın üç yerinde—başta, göğüste ve alt bedende—antipati ile sempati birbirine temas eder. Algılama ve irade süreçlerinde, duyusal bir sinirin motor sinire yönlendirilmesi gibi basit bir mekanizma yoktur; bunun yerine, beyinde ve omurilikte bir sinirden diğerine bir kıvılcım sıçrar ve böylece ruhumuza dokunur. Sinirlerin kesintiye uğradığı bu yerlerde, bedenimizde sempati ve antipatiyle bağlantılıyız. Aynı şekilde, gangliyonların sempatik sinir sistemine dönüşmesi sürecinde de bağlantılıyız.

(24) Deneyimlerimiz kozmos ile bağlantılıdır. Biz kozmosta devam edecek faaliyetleri geliştirirken, kozmos da içimizde antipati ve sempati faaliyetlerini sürekli olarak açığa çıkarır. Kendimizi insan olarak düşündüğümüzde, kendi varlığımızın kozmik sempatiler ve antipatilere bir sonuç olduğunu görürüz. Biz antipati geliştiririz ve kozmos bu antipatiyi bizimle birlikte besler. Biz sempati geliştiririz ve kozmos bunu bizimle birlikte büyütür.

(25) Fiziksel olarak göründüğümüzde, baş, göğüs ve karın sistemi (uzuvlar dahil) olarak açık bir şekilde bölünmüşüzdür. Ancak bu ayrı bölümlerin belirli bir sınırının olduğu sanrısına kapılmak, modern sistematik anlayışın bir yanılgısıdır. İnsanlar her bir bölümü kesin bir şekilde ayırmak isterler, ancak gerçeklik hakkında konuştuğumuzda bu mümkün değildir. Başımızda, esas olarak baş bölgesi bulunur, ancak aslında tüm varlığımızda baş mevcut olup sadece ön planda değildir. Nasıl ki başımızda belirli duyusal organlarımız varsa, aynı şekilde tüm bedenimizde de duyusal algılar vardır—örneğin, dokunma ve sıcaklık hissi. Sıcaklığı algıladığımızda, hepimiz “baş” oluruz. Başımızda esas olarak baş bölgesi baskındır, ancak geri kalan kısmımız da geçici olarak “baş” niteliği taşır. Aynı durum göğüs için de geçerlidir. Göğüs sistemimiz genel olarak göğüs olarak yapılandırılmıştır, ancak tüm bedenimizde göğüs etkisi mevcuttur. Başta, göğüse benzeyen şeyler ve ayrıca karın ve uzuvlara benzeyen bölümler vardır; bütün parçalar iç içe geçmiştir. Aynı durum karın bölgesi için de geçerlidir. Fizyologlar baş bölgesinin karın bölgesine benzer özellikler taşıdığını fark etmiştir. Beyin sinir sisteminin oldukça gelişmiş yapısı, çokça övündüğümüz dış kortekste değil, onun altında bulunur. Dış korteksin güzel yapısı aslında bir tür dejenerasyondur—beynin dış kısımları daha çok bir sindirim sistemi gibi davranır. İnsanlar beyin örtüsüyle özellikle gurur duymamalıdır; aslında karmaşık beynin daha sindirim odaklı bir beyne doğru dejenerasyonu gibidir. Beyin örtüsü, bilişle ilgili sinirlerin doğru şekilde beslenebilmesi için vardır. Beynimizin hayvan beyninden daha iyi gelişmiş olmasının nedeni, beyin sinirlerini daha iyi besleyebilmemizdir. Sadece bu şekilde—yani beyin sinirlerini hayvanlardan daha iyi besleyebilmemiz sayesinde—daha yüksek biliş düzeyimizi tam anlamıyla geliştirme olanağına sahibiz. Ancak, beyin ve sinir sistemi, gerçekte bilişle hiçbir şekilde bağlantılı değildir; bunlar yalnızca fiziksel organizmadaki bilişin dışavurumlarıdır.

(26) Göğüs bölgesini şimdilik göz ardı ederek sorabiliriz: Baş ile karın-uzuvlar arasındaki kutuplaşma neden var? Bunun nedeni, belirli bir noktada başın kozmos tarafından “nefes verilerek dışarıya çıkarılmış” olmasıdır. İnsan başı, kozmik antipati tarafından şekillendirilmiştir. Kozmos, insanın içinde bulunan bazı şeylerden o kadar “rahatsız olur” ki, onu dışarıya iter ve bu şekilde baş formu oluşur. İnsanlar, başlarında kozmosun bir temsilini taşırlar. Yuvarlak biçimli insan başı tam olarak böyle bir resimdir. Kozmik antipati, kendisinin dışında bir kozmos resmini yaratır—işte bu bizim başımızdır. Biz başımızı özgürlük organımız olarak kullanabiliriz, çünkü bu baş daha önce kozmostan dışlanmıştır. Başımızı, uzuvlarımızın kozmosta bütünleştiği şekilde kozmosla bütünleşmiş olarak düşünmek yanlıştır; çünkü uzuvlarımız cinsellikle bağlantılıdır ve kozmos onlarla sempati içinde olduğu gibi, başımızla antipati içindedir. Başımızdaki antipati, kozmostaki antipati ile çarpışır. Algılarımız, bizim antipatimizin kozmostaki antipati ile çarpışması sonucu ortaya çıkar. İnsan doğasının diğer tarafında gerçekleşen tüm iç yaşam, kozmosun uzuv sistemimizi sevgiyle, sempatik bir biçimde kucaklamasıyla ortaya çıkar.

(27) Böylece, insan bedeninin formu, insan ruhunun kozmostan nasıl yaratıldığının ve bu ayrılıktan sonra kozmostan ne aldığının bir dışavurumudur. Şeyleri bu şekilde gözlemlediğinizde, irade gelişimi ile düşünce gelişimi arasındaki muazzam farkı daha kolay görebilirsiniz. Eğer özellikle düşünce gelişimini vurgularsanız, aslında tüm insanı doğum öncesi yaşama geri yönlendirirsiniz. Çocukları yalnızca mantıksal düşünmeye dayalı olarak eğitirseniz, onların doğumdan önce tamamladıkları bir süreci kullanırsınız ve bu onlara zarar verir. Çocukların eğitimine çok fazla soyut kavram katmamalısınız; daha fazla görsel anlatımlar kullanmalısınız. Neden mi?  Bu resimler, hayal gücü ve sempati aracılığıyla yönlendirilen canlı imgelerden oluşur. Kavramlar ise soyutlamalardır ve hafıza ve antipati üzerinden işlenirler. Bunlar doğum öncesi yaşamdan gelir. Çocuklara çok fazla soyut kavram verirseniz, onların karbondioksit oluşumuna ve vücutta kristalleşme sürecine—yani ölme sürecine—aşırı derecede odaklanmalarına neden olursunuz. Çocuklara mümkün olduğunca çok canlı resim verirseniz, onları imgeler aracılığıyla eğitirseniz, sürekli bir oksijen tutma ve gelişim sürecinin tohumlarını ekmiş olursunuz. Çünkü çocukları geleceğe, ölüm sonrası yaşama yönlendirmiş olursunuz. Öğretirken, belli bir anlamda, doğumdan önce yaşadığımız faaliyetleri yeniden ele alırız. Düşünmeyi, doğumdan önce yaşadığımız deneyimlere dayanan bir görsel etkinlik olarak görmeliyiz. Ruhsal güçler bize etki etmiş ve böylece doğum sonrası devam eden bir görsel etkinlik içimize ekilmiştir. Eğitimde çocuklara resimler sunduğumuzda, bu kozmik aktiviteyi yeniden canlandırmaya başlarız. Çocuklara resimler ekeriz ve bunları bedensel etkinliklerle beslediğimizde, tohumlara dönüşebilirler. Eğitmenler olarak, resimler aracılığıyla eylemde bulunma yeteneğimizi geliştirdikçe, sürekli olarak tüm insan üzerinde çalıştığımızı hissetmeliyiz—resimlerle çalıştığımızda insanın bütününde bir yankı yaratırız.

(28) Bunu kendi duygularımıza almamız gerekir; yani eğitim, doğum öncesi süpersensibl faaliyetlerin bir devamıdır. Bu anlayış eğitime gerekli kutsallığı verir.30 Bu olmadan eğitim mümkün değildir.

(29) Böylece, iki kavramsal sistem öğrenmiş olduk: biliş, antipati, hafıza, kavram—irade, sempati, hayal gücü, canlı imgeler. Bu iki sistem, uzmanlaşmış kullanımlarıyla eğitim uygulamalarımızı geliştirebilir.