Ders 10: Stutgart/1 Eylül 1919 (Steiner Öğretmen Seminerleri)

Daha önce, insan varlığının doğasını ruh ve ruhsal (spiritüel) bakış açılarından ele almıştık. En azından, insanı bu iki perspektiften nasıl değerlendirebileceğimize dair biraz olsun ışık tutmuştuk. Şimdi bu değerlendirmeleri tamamlamamız gerekiyor. Önce, insan varlığını tam anlamıyla kavrayabilmek için, ruhsal, ruhsal-sel ve bedensel bakış açılarını birbirine bağlamalıyız; ardından dışsal fiziksel doğayı anlamaya geçmeliyiz.

(2) İlk olarak, daha önce çeşitli vesilelerle dikkatimizi çekmiş olması gereken bir noktayı yeniden hatırlamak istiyoruz: İnsanın bu üç yönü farklı formlara sahiptir. Daha önce, insan başının küresel bir şekli olduğunu ve insan başının fiziksel doğasının bu küresel formda yattığını belirtmiştik. Sonra göğsün bir kürenin parçası – bir hilal – olduğunu ifade ettik. Yani, baş bir küre iken, göğüs hilal formundadır ve bu hilal de bir kürenin parçasıdır. Böylece insan göğsünün hilal formunu bir kürenin eksik parçası olarak tamamlayabiliriz.

İnsan bütününün bu orta bölümünü (göğsü) doğru şekilde hayal edebilmek için onu bir küre gibi düşünmelisiniz; ancak bu kürenin sadece bir kısmı – hilal – görünürdür, geri kalanı ise görünmezdir (Bakınız Şekil  10). Eski zamanlardaki insanlar, biçimleri bizden çok daha net görebilen bir yeteneğe sahip olduklarından, başı Güneş’le, göğsü Ay’la özdeşleştirdiklerinde haksız değillerdi. Nasıl ki dolunay olmadığı zaman Ay’ın yalnızca bir kısmını görebiliyorsak, aynı şekilde insanın orta kısmının da (göğsün) sadece bir bölümünü görebiliriz.

İnsan başı fiziksel dünyada görece tamamlanmış bir formda karşımıza çıkar. Baş, kendisini tamamlanmış bir şekilde gösterir. Bir anlamda, göründüğü gibidir ve en az şeyi saklar.

 


Şekil  10: İnsan formu

(3) Oysa insan göğsü kendisinden oldukça fazlasını gizler; doğasının önemli bir kısmı görünmezdir. İnsanı doğru anlamak açısından, göğsün büyük bir bölümünün görünmez olduğunu kavramak çok önemlidir. Göğüs fiziksel doğasını sadece bir tarafında – arka kısmında – gösterir; ön kısmı ise ruhsal bir duruma geçiş yapar. Baş sadece bedendir; insan göğsü ise arka tarafta beden, ön tarafta ruhtur. Gerçek bir bedeni yalnızca omuzlarımızın üstünde taşıdığımız başımızda taşırız. Göğsü bedensel yönünden ayırıp, ruhun etki etmesine izin vererek bedeni ve ruhu birlikte taşırız.

(4) İnsanın üçüncü yönü, uzuvlarıdır. Dıştan bakıldığında, uzuvlar diğer iki yapının (özellikle de gövdenin) içine yerleştirilmiştir. Peki insan uzuvlarının doğasını nasıl anlayabiliriz? İnsan uzuvlarının doğasını, ancak göğüste kalanlardan farklı olan parçaların küresel formdan geriye kalan bölümler olduğunu hayal edersek anlayabiliriz. Kürenin çevresinin bir kısmı göğüste kalır. Uzuvlar için kalanlar ise kürenin daha çok iç kısmıdır, yani yarıçaplarıdır; kürenin çekirdeği uzuvlar olarak eklenmiştir.

(5) Daha önce de sıkça belirttiğim gibi, bir şeyi şematik olarak diğerinin içine yerleştirmek tek başına yeterli değildir. Unsurları her zaman birbirine geçirmek, iç içe örmek gerekir – çünkü onları canlı yapan budur. İnsanın uzuvsal doğası uzuvlarında vücut bulmuştur. Ancak görüyorsunuz, başın da "uzuvları" vardır. Eğer kafatasına gerçekten dikkatle bakarsanız, örneğin alt ve üst çene kemiklerinin kafatasına eklendiğini göreceksiniz (Şekil  10). Bunlar gerçekten uzuvlar gibi kafatasına eklenmiştir. Kafatasının kendi uzuvları vardır: üst ve alt çene kemikleri; bunlar kafatasına birer uzuv gibi bağlıdırlar, ancak bodurlaşmışlardır ve yalnızca kemik yapılar olarak kalmışlardır.

Bir fark daha vardır. Kafatasının bu uzuvlarına – yani üst ve alt çene kemiklerine – baktığınızda, asıl önemli olan şeyin kemiklerin kendisi olduğunu görürsünüz. Tüm bedene bağlı olan uzuvlara baktığınızda – yani insan uzuvlarının gerçek doğasına – onların esasını kaslar ve kan damarları oluşturur. Bir anlamda, kolların ve bacakların, ellerin ve ayakların kemikleri, yalnızca kasların ve damarların içine yerleştirilmiş yapılardır. Oysa kafanın uzuvlarında, yani üst ve alt çene kemiklerinde, bu kaslar ve damarlar bodurlaşmıştır.

Bu ne anlama gelir? Daha önce de belirtildiği gibi, irade organı kandadır ve kaslardadır. Bu nedenle kollar ve bacaklar, eller ve ayaklar irade için gelişmiştir. İradeye hizmet eden esas yapılar – kan ve kaslar – başın uzuvlarından büyük ölçüde uzaklaştırılmıştır, çünkü bu bölgede gelişmesi gereken şey, düşünce ve kavrayış yönünde entelektüel işlevlerdir. Dolayısıyla, fiziksel formlarda iradenin ifadesini incelemek istiyorsanız, kolları, bacakları, elleri ve ayakları inceleyeceksiniz. Eğer zekânın dünyaya nasıl yansıdığını incelemek istiyorsanız, kafayı bir kemik yapı olarak, bir kafatası olarak, ve üst-alt çene kemikleri gibi uzuv benzeri yapıların kafayla nasıl bağlantılı olduğunu inceleyeceksiniz.

Dışsal formlar, her zaman içsel olanın bir ifadesi olarak görülebilir; ve onları ancak içsel olanın dışavurumu olarak gördüğünüzde anlayabilirsiniz.

(6) İnsan kol ve bacak kemikleri gibi tüp biçimindeki kemiklerle, başın kase şeklindeki kemikleri arasındaki ilişkiyi kavramakta insanların genelde çok zorlandığını gördüm. Bu açıdan, öğretmenlerin günlük yaşamdan uzak gibi görünen bu kavramları öğrenmeleri oldukça faydalıdır. Şimdi çok zor bir şeye geliyoruz; belki de bu pedagojik derslerde hayal etmemiz gereken en zor şey budur. Ama bu aşamayı geçmeliyiz.

(7) Biliyorsunuz, Goethe ilk kez kafatasının sözde omur teorisine dikkat çekmişti. Bu ne anlama gelir? Bu, insanı ve insan formunu ele alırken dönüşümcü (metamorfozcu) bir düşünce tarzı kullandığı anlamına gelir. İnsan omurgasına baktığınızda, bir omurun diğerinin üzerine oturduğunu görürsünüz. Her bir omuru, çıkıntılarıyla birlikte ve omurilik geçidiyle birlikte çıkarabiliriz.

 


Şekil  11: İnsan omuru

(8) Goethe, Venedik’te bir koyun kafatasını gözlemlerken, kafadaki tüm kemiklerin aslında dönüşmüş omurlar (vertebralar) olduğunu fark etti. Bu ne anlama gelir? Bir omuru hayal edip onu çeşitli yönlere itip çekerek, kafatasının kase biçimindeki şeklini elde edebilirsiniz. Bu içgörü, Goethe üzerinde büyük bir etki bırakmış ve onun için çok önemli olmuştur. Çünkü bu gözlemle, kafatasının aslında dönüşmüş, daha ileri bir aşamaya evrilmiş bir omurga olduğunu kabul etmesi gerekmiştir.

(9) Omurgadan kafatasının oluştuğunu kavramak nispeten kolaydır. Ancak uzuv kemiklerini – hatta başın uzuv kemikleri olan üst ve alt çene kemiklerini bile – bir omur ya da kafatası dönüşümü olarak anlamak görece zordur. (Goethe bunu denemiştir, ama henüz yüzeysel bir biçimde.) Neden? Çünkü tüp biçimli bir kemik (kol ya da bacak kemiği) de bir tür kafatası dönüşümüdür, ancak oldukça özel bir biçimde. Bir omuru kafatasına dönüştürmeyi, parçaların büyütülüp küçültüldüğünü düşünerek kolayca gözünde canlandırabilirsin. Ama bir kafatasından tüp kemikler (kol, bacak gibi) elde etmek o kadar kolay değildir.

Bu dönüşümü kavrayabilmek için özel bir yöntem gerekir. Tıpkı bir çorap ya da eldiveni ters yüz ederken izlediğin işlem gibi. Çorabı ters çevirdiğinde içi dışına çıkar – bunu hayal etmek kolaydır. Ama tüp kemikler tek tip değildir. İnce duvarlı değillerdir ki içleriyle dışları aynı olsun. İç ve dışları farklı şekillerde yapılmıştır. Eğer çorabı bu şekilde üretip sonra esnek hale getirerek tümsekler ve çukurlar eklesen, ve onu ters çevirsen, artık içte olan dışta, dışta olan içte olur ama bu iki form aynı kalmaz.

Tüp kemiklerde de durum budur. İç tarafı dışa, dış tarafı içe çevirmelisin. Ortaya çıkan form kafatasının formudur. Yani insan uzuvları yalnızca kafatasının bir dönüşümü değil, aynı zamanda ters yüz edilmiş bir kafatasıdır.

Bu neden böyledir? Çünkü baş, merkezini içinde taşır – merkezlidir (konsantrik). Göğüs bölgesi ise hilal şeklinde olduğundan, merkezini ortasında taşımaz; merkezi çok uzakta bir yerdedir. (Çizim bu durumu sadece kısmen gösterebilir, zira tam çizersek çok büyük olurdu.) Göğüs, merkezini çok uzaklarda taşır.

(10) Peki, uzuv sisteminin merkezi nerededir? Şimdi ikinci bir zorluğa geliyoruz. Uzuvların merkezi çevrenin tamamındadır. Yani uzuvların orta noktası aslında bir nokta değil, bir küresel yüzeydir. Orta, aslında her yerdedir. Bu da senin her yöne dönebilmenin ve her yönden ışınların (radyusların) sana ulaşabilmesinin nedenidir. Bu ışınlar seninle birleşmiştir.

(11) Başta olan şey, baştan ortaya çıkar; ama uzuvlarda olan şey seninle birleşir. Bu nedenle başka bir derste, uzuvların sana "yerleştirilmiş" gibi düşünülmesi gerektiğini söylemiştim. Biz aslında tüm bir evreniz; yalnızca içimize girmek isteyen şey, ucunda yoğunlaşır ve görünür hale gelir.

(12) Uzuvlarımızda görünür olan yalnızca çok küçük bir parçadır. Bu kadarı onların fiziksel olarak görünür olmaları için yeterlidir ama aslında uzuv sistemimizde bulunan şeyin yalnızca kıvılcımıdır bu – yani ruhsal olanın. İnsan uzuv sisteminde beden, ruh ve ruhsal (spiritüel) olan birlikte vardır. Bedensel olan, uzuvlarda yalnızca ima edilir, işaret edilir; ama aynı zamanda ruhu ve tüm evreni kapsayan ruhsal özü de içerir.

(13) İnsan varlığını başka bir şekilde de çizebiliriz. İnsanı, tüm evreni kapsayan devasa bir küre olarak düşünebiliriz. Bu kürenin içinde daha küçük bir küre ve onun içinde daha da küçük bir küre yer alır. Yalnızca en küçük küre tamamen görünürdür; orta büyüklükteki küre kısmen görünürdür; en büyük küre ise yalnızca ışınlarının uç noktalarında görünürdür, geri kalanı görünmezdir. Bu şekilde, insan biçimi evrenden doğmuş olur.

(14) Merkezdeki sistemde, yani göğüste, baş uzuvlarla birleşmiştir. Omurgaya ve kaburgalarla olan bağlantılarına bakarsanız, ön tarafa doğru bir kapanma eğilimi olduğunu görürsünüz. Arka taraf tamamen kapanmıştır; ancak ön kısımda yalnızca bir kapanma girişimi vardır. Kaburgalar başa ne kadar yakınsa kapanma o kadar tamdır; aşağıya indikçe kapanma zayıflar. Son kaburgalar ise hiç birleşmezler çünkü uzuvlardan gelen dış güçler bu birleşmeye karşı koyar.

 


Şekil  12: Üç insan küresi

(15) Antik Yunanlılar, insanın makrokozmosun bütünüyle bağlantılı olduğunun oldukça farkındaydılar. Mısırlılar da bunu çok iyi biliyordu ama daha soyut bir düzeydeydi onların bilgisi. Mısır heykellerine veya genel olarak eski heykellere baktığınızda, bu kozmik düşüncenin ifadesini görebilirsiniz. Eski zaman insanlarının ne yaptığını ancak şu inançlarına aşina olursanız anlayabilirsiniz: Baş küçük bir küredir, minyatür bir gök cismidir; uzuvlar ise tüm kozmosun insan biçimine giren ışınsal birer parçasıdır. Yunanlılar bunun güzel ve uyumlu bir tasvirine sahipti, bu yüzden iyi heykeltraşlardı. Bugün insan heykelini gerçekten anlamak istiyorsanız, insanın kozmosla bağlantısını bilmeniz gerekir. Aksi halde yalnızca dışsal doğal formlarla oyalanırsınız.

(16) Söylediklerimden şunu fark edeceksiniz: Uzuvlar daha çok kozmos yönüne, baş ise bireysel insana yönelir. Peki uzuvlar neye yönelir? İnsan varlığının hareket ettiği ve sürekli pozisyon değiştirdiği kozmoza yönelirler. Uzuvların kozmik hareketle ilişkisi vardır. Uzuvların bu evrensel hareketle bağlantılı olduğunu anlamalısınız.

(17) Kozmosta hareket edip eylemlerde bulunduğumuzda, biz uzuv-insan oluruz. Peki bu kozmik hareketin başla ne ilgisi vardır? Daha önce de belirttiğim gibi, baş omuzların üzerine oturur. Başın görevi, kozmosun sürekli hareketini durdurmaktır. Bunu tren örneğiyle hayal edebilirsiniz: Trende oturuyorsunuzdur. Tren hareket halindedir ama siz içeride sakince oturursunuz. Aynı şekilde, ruh da başta oturur; uzuvlar hareket ederken, ruh bu hareketin içinde bir içsel dinginlik yaşar. Tıpkı hareket eden bir trende uzanıp dinlenebildiğiniz gibi (yeterince yer varsa, belki bir yataklı vagonda bile)—gerçek bir dinlenme olmasa da, yine de bir dinginlik hissedersiniz. Aynı şekilde, baş da uzuvların gerçekleştirdiği kozmik hareketi yatıştırır. Göğüs bu ikisinin ortasında yer alır ve dış dünyadaki hareketle başın getirdiği huzuru bir araya getirir.

(18) Şimdi hayal edin ki, biz insanlar uzuvlarımızla kozmik hareketi taklit etmek istiyoruz. Ne yaparız? Dans ederiz. Gerçekte dans ederiz. Günümüzde "dans" olarak adlandırdığımız şey, bu dansın yalnızca parçacıklı (kırık) bir türüdür. Tüm dans, insan uzuvlarının gezegenlerin ve diğer gök cisimlerinin, hatta Dünya’nın hareketlerini taklit etmesinden doğar.

(19) Peki biz kozmik hareketleri dans yoluyla taklit ederken, baş ve göğüs ne yapar? Baş ve göğüs sanki dünyadaki bu hareketi bastırır. Bu hareket göğüsten başa doğru ilerleyemez çünkü baş omuzlarımıza yerleşmiştir ve hareketin ruha ulaşmasına izin vermez. Ruh, harekete dinlenme hâlinden katılmak zorundadır çünkü baş omuzlarda sabittir. Peki ruh bu durumda ne yapar? Uzuvların dansını yansıtmaya başlar. Uzuvlar düzensiz hareket ederse, ruh homurdanır; ritmik hareket ederse, mırıldanmaya başlar; eğer uzuvlar evrensel kozmik hareketlerle uyum içinde dans ederse, ruh şarkı söylemeye başlar. İşte bu şekilde dans dışta şarkıya, içte müziğe dönüşür.

(20) Duyu fizyolojisi, insanın kozmik doğasını kabul etmedikçe, algıyı asla anlayamaz. Havanın içindeki hareketlerin müzikle nasıl bağlantılı olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektir. Her zaman hareketlerin dışarıda havada olduğunu, insanların müziği ise içeriden algıladığını savunacaktır. Fizyoloji ve psikoloji kitapları da bunu yazar, sadece biri başta, diğeri sonda yapar bunu.

(21) Bu nereden gelir? Psikoloji veya fizyolojiyle uğraşan insanların, insanların dışa vurdukları hareketleri iç dünyalarında durdurarak tınılara (tonlara) dönüştürdüklerini bilmemelerinden kaynaklanır. Diğer duyusal algılarla da durum aynıdır. Kafa içindeki organlar dış hareketlere katılmadıkları için, bu hareketleri göğse yansıtır ve onları tınılara, başka duyusal algılara dönüştürürler. İşte tüm hislerin kökeni budur ve sanatlarla olan bağ da buradan gelir. Müzik sanatları, heykel ve mimari sanatlarından doğar çünkü heykel ve mimari sanatları dış dünyada ne ise, müzik sanatları iç dünyada odur. Müzik sanatları, dünyanın içsel yansımalarıdır. İnsan işte bu şekilde kozmosun ortasında yaşar. Bir rengi, hareketsizleşmiş bir hareket olarak hissedin. Tıpkı trende uzanırken, aslında hareket halinde olduğunuzu fark etmeyip durağan bir halde olduğunuz yanılsamasına kapılmanız gibi... Dışsal hareketi algılamazsınız. Trenin gitmesine izin verirsiniz. Bedeni, ince ve neredeyse algılanamaz hareketlerle dış dünyaya katılırken, siz içsel olarak yalnızca renkleri ve sesleri algılarsınız. Bunu, başınızın uzuvlarınız tarafından taşınıyor olması gerçeğine borçlusunuz.

(22) Daha önce de söylediğim gibi, size anlatmak zorunda olduğum bu şeyler oldukça zorlayıcı. Özellikle zor çünkü günümüzde bu şeyleri anlamak için hiçbir şey yapılmıyor. Bugünkü eğitim anlayışımız ne yapıyor? İnsanlar, bir çorap ya da eldiveni ters çevirmeden onu tam olarak anlayamazlar; çünkü ciltlerine neyin temas ettiğini bilemezler, sadece dış yüzeydekini bilirler. Aynı şekilde, modern eğitim de insanlara yalnızca dışa dönük olanı öğretir; insana dair sadece “yarım” bir kavrayış kazandırır. İnsanlar uzuvlarını bile anlayamazlar, çünkü uzuvlar ruhun dışa çevrilmiş halidir.

(23) Bugün anlattıklarımızı başka bir şekilde de ifade edebiliriz. Eğer karşımızda duran insanı tüm yönleriyle gözlemleyerek değerlendirirsek, önce bir uzuv varlığı olarak ruh, beden ve tin ile karşılaşırız. İnsanı bir göğüs varlığı olarak değerlendirirsek, yalnızca ruh ve bedenle karşılaşırız. Yukarıdaki çizimdeki büyük küre: tin, beden, ruh; orta büyüklükteki küre: beden, ruh; en küçük küre: sadece beden. 869 yılında Katolik Kilisesi Konsili’nde, kilise piskoposları insanlığın büyük küreyi bilmesini yasakladı. O zamanlar kilise, insanın sadece ortadaki ve en küçük kürelerden ibaret olduğunu, yani sadece beden ve ruhtan oluştuğunu ve ruhun sadece tinsel bir şey içerdiğini dogma olarak ilan etti. Bu anlayışa göre ruh da ruhani bir şeydir, ama tin yoktur. 869’dan itibaren Batı kültüründe, özellikle Katolik gelenekten türeyen kültürde tin artık yok sayılmıştır. Ama tinle olan bağın kesilmesi, insanın kozmosla olan bağını da koparmıştır. İnsan gitgide daha fazla egoizme sürüklenmiştir. Böylece din de giderek daha bencil bir hale gelmiştir. Biz bugün, yeniden spiritüel gözlemle insanın tinle ve böylece kozmosla olan ilişkisini kurmak zorunda olduğumuz bir çağda yaşıyoruz.

(24) Bugünkü bilimsel materyalizmin sorumlusu kimdir? Katolik Kilisesi, 869’daki Konstantinopolis Konsili’nde tini dışladığı için, bugünkü bilimsel materyalizmin asıl sorumlusudur. Peki o zaman aslında ne oldu? İnsan başına bakın. Tarihsel gelişim içinde, insan başı en eski parçamızdır. Baş, daha yüksek ve daha da eski dönemlerde, alt düzeydeki hayvanlardan türemiştir. Başımız, hayvan dünyasından türemiştir; başka söylenecek bir şey yoktur. Kafamız sadece daha gelişmiş bir hayvandır. Başımızın öncüllerini aramak için, hayvanlar âlemine bakmak zorundayız. Göğüs ise kafadan sonra gelmiştir ve o kadar hayvani değildir. Göğüs daha sonra insana eklenmiştir. Uzuvlarımız ise en son oluşmuş organlardır ve en insani olanlardır. Hayvani organlar kozmostan bağımsız olarak hayvanlarda şekillenmiştir, insan uzuvları ise daha sonra göğüse bağımsız olarak eklenmiştir. Fakat Katolik Kilisesi, insan uzuvlarının kozmosla olan bağını yani gerçek doğasını gizlemek istediği için, gelecek çağlara göğsün sadece küçük bir kısmını ve başın daha büyük bir kısmını taşımıştır. Böylece materyalizm, başın hayvandan geldiğini ve tüm insanın da hayvandan türediğini ileri sürdü. Oysa göğüs ve uzuv organları daha sonra gelişmiştir. Özellikle Katolik Kilisesi, insan uzuvlarının doğasını ve onların kozmosla olan bağını gizlemek istediği için, materyalist zamanın tüm insanı sadece kafa olarak görmesine neden oldu. Aslında, evrim çalışmalarındaki materyalizmin yaratıcısı Katolik Kilisesi'dir. Özellikle modern öğretmenlerin bunu bilmesi gerekir, çünkü eğitimle ilgilenenler dünyada olup bitenlerle olan bağlarını kavramalıdırlar. Yaşananların temelini bilmelidirler.

(25) Bugün, çağımızın nasıl materyalist hale geldiğini açıklamaya çalıştık ama bunu oldukça farklı bir yerden başlatarak yaptık: küre, hilal ve uzuvların radyal formu. Yani, görünüşte tamamen zıt bir noktadan başlayarak güçlü ve kapsamlı tarihsel bir olguyu açıklamaya çalıştık. Bu özellikle öğretmenler için gereklidir, çünkü büyüyen çocuklarla hiçbir şey yapamazlar eğer kültürel olguları kökünden kavrayamazlarsa. Ancak bu şekilde, bilinçdışı ve bilinçaltı bağlarla, çocuklara uygun bir şeyler aktarabilirler. Böylece, insan formuna saygı duyarlar ve onu her yerde kozmosla bağlantılı olarak görebilirler. İnsan bedenini sadece gelişmiş bir hayvan bedeni olarak görmekten çok farklı bir bakış açısına sahip olurlar. Bugün öğretmenler, her ne kadar kendilerini kandırsalar da, çoğu zaman çocuklara bakarken içten içe onları küçük bir buzağı ya da gelişmemiş bir hayvan olarak görürler ve görevlerinin bu küçük hayvanı doğadan biraz daha ileriye taşımak olduğunu düşünürler. Ama öğretmen şöyle düşünürse: “Karşımda tüm kozmosla bağ kuran bir insan var. Bu çocuğun gelişimine katkı sağlarken evrenin tamamı için anlamlı bir şey yapıyorum,” işte o zaman hissettiği şey bambaşka olur. Sınıf artık sadece sınıf değildir; evrenin merkezidir. Her çocukta evrenin bir merkezi gizlidir. Bir öğretmen olarak bunun ne anlama geldiğini hissedin! İnsanın ve kozmosun ilişkisine dair bu fikir nasıl bir duygusal derinlik kazandırır! Eğer bu türden bir duygu taşımıyorsak, ciddiyetle ve hakkıyla eğitim veremeyiz. Ama böyle bir duyguya sahipseniz, bu duygu “yeraltı bağlarıyla” çocuğa ulaşır. Daha önce belirttiğim gibi, bu tıpkı elektriğin toprağa gömülü bakır levhalarla, kablosuz iletilmesi gibidir. Eğer çocuklara sadece egoist duygularla yaklaşırsanız, iletişim için kablolar – yani sözler – gerekir. Ama eğer büyük kozmik duygularla yaklaşırsanız, yeraltından bir iletişim hattı çocuğa ulaşır. O zaman çocuklarla bir olursunuz. İşte bu, öğretmenle öğrenciler arasındaki gizemli bağın bir parçasıdır. Pedagoji dediğimiz şey böyle duygulara dayanmalıdır. Pedagoji bir sistem olmamalı, bir sanat olmalıdır. Hangi sanatı, duygular içinde yaşamadan öğrenebiliriz ki? Ama hayatın büyük sanatı olan pedagojiyi uygulayabilmek için gereken duygular, yalnızca kozmosun insanla olan bağını gözlemleyerek doğabilir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Georgia: A Center of the World

Sarıyer'de bir Waldorf ilkokul girişimi - 3.sınıfa doğru

Nature of Colours/Renklerin Doğası