Ders 8: Stuttgart/29 Agustos 1919 (Steiner Öğretmen Seminerleri)

Dün, hafıza ve hatırlama gibi şeyleri ancak daha kolay gözlemlenebilen süreçlerle ilişkilendirerek anlayabileceğimizi gördük — yani uyku ve uyanıklıkla. Buradan, pedagojik hedefimizin bilinmeyeni bilinene giderek yaklaştırmak olması gerektiğini çıkarabiliriz. Bu, ruhsal fikirlerin oluşumu açısından da geçerlidir.

(2) Şöyle diyebilirsiniz: “Uyumak ve uyanmak, hatırlamak ve unutmak kadar açık değildir; bu nedenle bu iki durumun anlaşılması, hatırlama ve unutma üzerine fazla katkı sağlamaz.” Ancak dikkatlice gözlemlersek, huzursuz uykunun insanlardan neler götürdüğünü fark edebiliriz. Bu da bize, unutmanın hatırlamayla doğru bir ilişki kuramamasının ruhsal yaşamda nasıl bir bozulmaya yol açtığını gösterebilir.

Hepimiz deneyimlerimizden biliriz ki, belli bir miktar uyku, bilincimizin zayıflamasını önlemek için gereklidir. Aksi takdirde, çevremizdeki her şey “Benliğimiz” üzerinde çok yoğun bir etki yaratır.

Örneğin, uykusuz kaldığınız bir geceyi düşünün. (Burada uykusuzluğun nedeni olarak gece boyunca çalışmak gibi aktif bir şey değil, dışsal bir rahatsızlık —örneğin sivrisinekler— olduğunu varsayıyorum.) Ertesi gün kendinizi daha hassas, daha kolay rahatsız olan biri olarak hissedersiniz. Benliğiniz, uyaranlara daha açıktır.

(3) Unutma ve hatırlama düzgün bir şekilde işlenmediğinde de benzer bir durum ortaya çıkar. Peki bu ne zaman olur? İrade gücümüzle hatırlama ve unutmayı düzenleyemediğimizde.

Pek çok insan yaşamda “gün düşü” (daydreaming) hâlinde dolaşır. Bu eğilim çocuklukta dahi gözlemlenebilir. Çevrelerinde olup biten bir şey dikkatlerini çeker ama bu izlenimi gerçekten takip etmezler. Bunun yerine, zihinsel imgelerin rastgele akışına kapılırlar. Bu imgeler özgür irade tarafından yönlendirilmez; biri gelir, ardından diğeri. Birçok insanın ruh hali böyledir ve bu durum özellikle çocuklukta yaygındır.

(4) Uyanıklık hâlinde yaşadığımız unutma ve hatırlama süreçlerinde, uyku ve uyanıklığın oynadığı rolü bilirsek, irade aracılığıyla bu süreçleri düzenleyebiliriz. Peki, hatırlama nereden gelir? İrade, uykuda olan kısmımızdır ve bilinçdışımızdan bir imgeyi çekip bilince getiren yine bu uykuda olan iradedir. Tıpkı insan "Benliği"nin ve astral bedeninin, uyku sırasında ruhsal dünyada güç toplayarak fiziksel ve eterik bedenleri tazelemesi gibi. Ancak irade uykudadır; bu yüzden çocuklara doğrudan iradelerini kullanmayı öğretemeyiz. Çocuğa "gece güzel davran ki sabah uyandığında iyi olasın" demek gibi olurdu bu. Yani iradenin kendini toparlayıp hatırlama sürecini yönetmesini bekleyemeyiz.

Peki ne yapabiliriz? Çocukların doğrudan hatırlamayı irade ile kontrol etmelerini bekleyemeyiz ama onları ruh, beden ve zihin alışkanlıkları geliştirecek şekilde eğitebiliriz. Böylece irade odaklanabilir hâle gelir.

(5) Diyelim ki çocuklarda hayvanlar âlemine yönelik canlı bir ilgi uyandırmayı başardınız. Elbette bunu bir günde yapamazsınız. Dersi öyle düzenlemelisiniz ki, ilgi zamanla gelişsin ve uyanışa geçsin. Bu şekilde çocuklar öğretimi alırken, uyanan ilgi ne kadar canlıysa, bu öğretim onların iradesini o kadar etkiler. Sonrasında yaşamlarında hayvanlarla ilgili bir şeyi hatırlamaları gerektiğinde, irade bu bilgiyi bilinçaltından çıkarır. Yani, sadece alışkanlıklar düzeyinde çocuklara etki edebilirsek, onların hatırlama güçlerini şekillendirebiliriz. Başka bir deyişle: Çocuklarda güçlü bir ilgi uyandırmak, onların hafızalarını da güçlendirir.

Sonuç: Hatırlama gücünü geliştirmek istiyorsak bunu basit ezber egzersizleriyle değil, duygu ve irade yoluyla yapmalıyız.

(6) Bu şekilde, dünya —özellikle insan dünyası— belli bölümlerden oluşur ve bu bölümlerin birlikte nasıl çalıştığını görebilirsiniz. İnsanın ruhsal doğasını anlayamayız, eğer ruhu düşünme (bilişsel düşünme), hissetme ve isteme bölümlerine ayırmazsak. Ancak bu üçü hiçbir yerde saf hâlleriyle bulunmaz. Bu üç unsur birlikte işler, birbirine karışır ve bir bütünlük oluşturur. Bu durum, insan doğasının fiziksel yönleri için de geçerlidir.

(7) Daha önce söylemiştim: İnsan başında en çok “baş”tır, ama aslında bedenin her yerinde “baş doğası” vardır. İnsan, göğüs varlığıdır; ama sadece göğsünde değil, başta da, uzuvlarda da göğüs doğası vardır. İnsan bir uzuv-varlığıdır; ama yalnızca uzuvlarında değil, başında da, göğsünde de uzuv doğası bulunur. Örneğin: Uzuvlar deriden nefes almak gibi işlemlerde yer alır.

(8) İnsan doğasına, yani gerçekliğe yaklaşmak istiyorsak, ayırma işlemlerini birliğin bağlamında düşünmeliyiz. Yalnızca soyut bir birlik üzerinde durursak hiçbir şeyi anlayamayız. Hiçbir şeyi ayırmazsak dünya bulanık kalır —tıpkı gece vakti tüm kedilerin gri görünmesi gibi. Her şeyi ayırır ve birbirinden kopuk tutarsak da, sadece farklılıkları görürüz, gerçek anlayışa ulaşamayız.

(9) İnsanın doğasında var olan her şeyin içinde kısmen biliş, kısmen his, kısmen de irade vardır. Bilişsel olan esasen biliştir, ama içinde hissetme ve isteme de vardır. Hissetme esasen histir, ama bilişsel ve isteme boyutları da bulunur. İsteme için de aynı şey geçerlidir. Dün sözünü ettiğim duyu alanına bunu uygulayabiliriz. Şimdi size aktaracaklarımı anlamak istiyorsanız, aşırı akademik düşünme tarzınızı bir kenara bırakmalısınız. Yoksa, dün söylediklerime tamamen zıt olduğunu düşündüğünüz şeylerle karşılaşabilirsiniz. Ama unutmayın: Gerçeklik çelişkilerden oluşur. Çelişkileri görmeden gerçekliği kavrayamayız.

(10) İnsan toplamda on iki duyuyla donatılmıştır. Bilim, genellikle sadece 5, 6 ya da 7 duyudan söz eder, çünkü bunlar daha belirgindir. Diğerleri daha az fark edilir. Ben bu on iki duyuya daha önce de değindim, ama bugün onları tekrar hatırlamak istiyoruz. Genelde insanlar şu duyuları sayar: işitme, sıcaklık (ısı), görme, tat, koku ve dokunma. Bazen sıcaklık ve dokunma birleştirilir. Bu da sanki “duman” ile “toz” aynı şeymiş gibi davranmak olur — çünkü görünümleri benzerdir. Oysa bu iki duyu çok farklı insan nitelikleridir ve dünyayla iki ayrı ilişkilenme biçimidir.

En fazla, modern psikologlar bu ikisini ayırır ve belki denge duyusunu da eklerler. Bazı kişiler bir duyu daha ekler. Ancak bu, duyusal fizyolojiye veya psikolojiye dahil edilmez, çünkü insanlar, bir insanın başka bir insanın “Ben”ini algılamasını, tıpkı renkleri görme duyusu gibi ayrı bir algı biçimi olarak kabul etmezler.

(11) Günümüzde insanlar her şeyi birbirine karıştırma eğiliminde. “Kendilik” (Benlik – I) kavramı hakkında düşünürken, önce ruhlarının doğasını düşünürler ve sonra bununla yetinirler. Psikologlar da benzer bir şey yapar. Şöyle düşünmezler: Tüm yaşantılarımı bir araya getirip bunların toplamına “ben” dersem, bu, başka bir kişiyle karşılaşıp o kişiye de “sen de bensin, bir I’sın” dememden çok farklıdır. Bu ikisi, ruh-spirit açısından çok farklı faaliyetlerdir.

Kendi hayatımın faaliyetlerini “ben” kavramıyla özetlediğimde bu tamamen içsel bir deneyimdir. Ama başka bir kişiyle karşılaştığımda ve onun da “ben” olduğunu kavradığımda, bu benimle onun arasında akan bir etkileşimdir. Bu nedenle şunu söylemeliyim: Kendi içimde “ben”imi algılamam ile başkasının “ben”ini tanımam farklı şeylerdir.

Başkasının benini algılamak, nasıl renk algısı görme duyusuna, ses algısı işitme duyusuna dayanıyorsa, aynı şekilde I-duyusu üzerine temellidir. Doğa, “ben” algılayacak bir organı bizim için göz gibi görünür kılmaz. Ancak renk algısı için “görmek” diyorsak, başkasının benliğini algılamak için de “ben’lemek” (I-ing) diyebiliriz.

Renkleri algılayan organ vücut yüzeyinde bulunur; ama başkasının benini algılayan organ insanın tüm bedeni boyunca dağılmış, çok ince bir maddeden oluşmuştur. Bu nedenle insanlar, “başkasının ben’ini algılayan bir organ”dan söz etmezler.

Bu “ben’leme” organı, kendi ben’imi deneyimlememi sağlayan şeyden farklıdır. Kendi ben’imi deneyimlemek esasen bir irade sürecidir; başkasının ben’ini algılamak ise esasen bilişsel bir süreçtir (ya da en azından bilişe benzer bir süreç).

(12) Burada bir akademisyen kolayca şöyle itiraz edebilir: “Son derste tüm duyu faaliyetlerinin esasen irade temelli olduğunu söylediniz, şimdi ise benlik-duyusunu bilişsel bir duyu olarak tanımlıyorsunuz.” Ancak “Özgürlük Felsefesi”nin son baskısında benlik-duyusunu tarif ettiğim biçimde tanımlarsanız, bu duyunun çok karmaşık bir şekilde çalıştığını görebilirsiniz.

Bir başka insanın ben’ini gerçekten algılamamız neye dayanır?

Modern soyutçular şöyle söyler: İnsanların bedenlerini görürüz, seslerini duyarız, kendimizin de onlar gibi göründüğünü biliriz ve bizim de düşünen, hisseden, isteyen bir varlık olduğumuzu düşünerek onların da aynı şekilde ruhsal-varlık oldukları sonucuna varırız. Yani bir benzerlik (analojik) yoluyla, diğer insanları da tıpkı kendimiz gibi sayarız.

Ama bu tam anlamıyla saçmalıktır.

İnsanlar arası ilişki çok daha farklıdır: Bir kişiyle karşılaştığınızda, o kişi sizde bir izlenim yaratır, bu izlenim sizi rahatsız eder, bir çeşit içsel saldırı gibi hissedersiniz. Buna karşılık siz de içsel bir direnç gösterirsiniz. Bu bir içsel saldırı şeklinde olur. Bu saldırı sizi bir an için felce uğratır, sonra durur. Karşınızdaki kişi tekrar bir izlenim yaratır. Siz tekrar saldırırsınız, tekrar felç olursunuz. Bu döngü sürer.

Bu karşılaşmada olan şey şudur: Benliği algılama süreci = içsel salınım: sempatik – antipatik – sempatik – antipatik. Burada sadece algıdan söz ediyorum, duygu değil.

Ruhsal yapı bu şekilde titreşir. Bu süreci “Özgürlük Felsefesi”nin yeni baskısında bulabilirsiniz.

(13) Ama bir şey daha var: Sempati oluştuğunda, diğer kişide uykuya dalarsınız. Antipati oluştuğunda ise uyanırsınız. Bu sempatik–antipatik titreşimler arasında, uyanıklık ve uyku hali hızlı bir şekilde değişir. İşte bu titreşimleri mümkün kılan şey benlik-duyusu organıdır.

Bu organ, başkasının ben’ini uyanık bir biçimde değil, uyuyan irade ile keşfeder ve ardından bu keşfi bilişe — yani sinir sistemine — iletir.

Bu sürece doğru bakarsak, başkasının benliğini algılama eylemi, esasen bir irade sürecidir. Ama bu irade uyuyan bir iradedir. Bu uyku hâlindeki irade, algılanan şeyi sinir sistemi aracılığıyla bilişe iletir.

Bu nedenle “başkasının benliğini algılamak” bilişsel bir süreçtir, ama bu süreç aslında uyuyan bir irade sürecinin dönüşmüş halidir. Bu yüzden, bu duyu süreci bir irade süreci olarak kalır ama biz onu öyle tanımayız — çünkü bilincimiz bu sürecin farkında değildir.

(14) Şimdi sıradaki duyuya geçelim: Bu, benlik-duyusundan ve diğer tüm duyulardan ayrıdır. Ben buna düşünce-duyusu diyorum.

Düşünce-duyusu, kendi düşüncelerimizi algılamaya değil, başkalarının düşüncelerini algılamaya yöneliktir.

Psikologlar bu konuda oldukça garip fikirler ortaya atmıştır. Genellikle insanlar, konuşma ile düşünce arasındaki ilişkiye öylesine odaklanırlar ki, düşünceleri konuşmayla algıladıklarını sanırlar.

Ama bu saçmalıktır. Çünkü düşünce-duyusu sayesinde jestlerdeki düşünceyi de algılayabilirsiniz, tıpkı konuşmadaki gibi.

Konuşma sadece düşünceleri aktarır. Ama algılayan şey düşünce-duyusudur.

Eğer tüm konuşma seslerini eurythmy hareketleriyle ifade edebilseydik, bir kişi sadece bu hareketleri yapsa, biz de bu hareketlerden düşünceyi “okuyabilirdik.” Yani düşünce-duyusu, konuşma-duyusundan farklıdır.

(15) Bunun dışında şu duyularımız da vardır:

İşitme duyusu,

Isı (sıcaklık) duyusu,

Görme duyusu,

Tat alma duyusu,

Koku alma duyusu.

Sonra, denge duyusu gelir. Kendimizin dengede olduğunu fark edebiliriz — bu bir tür bilinçtir. İçsel bir duyu algısı sayesinde,

sağ-sol,

ön-arka yönleriyle kendimizi nasıl konumlandıracağımızı biliriz.

Eğer denge duyusu organımız bozulursa, düşeriz. Tıpkı göz bozulursa renkleri algılayamayacağımız gibi.

Bunun yanında, hareket duyusu da vardır. Hareket edip etmediğimizi, kaslarımızı kasıp kasmadığımızı bu duyu sayesinde biliriz.

Ayrıca bir de hayat duyusu (yaşam duyusu) vardır. Bu, bedenimizin genel durumunu algılamamızı sağlar.

Bazı insanlar bu duyulara çok bağımlıdır: Fazla mı yedim, az mı yedim, yorgun muyum, rahat mıyım, değil miyim — tüm bunlar hayat duyusuyla ilgilidir.

Sonuç: İnsan gerçekte on iki duyuya sahiptir.

(16) Duyuların irade temelli olduğunu kabul ederek, onların varlığına yönelik skolastik itirazları ortadan kaldırmış olduk. Artık duyuları daha da sınıflandırabiliriz.

İlk olarak, dokunma, hayat, hareket ve denge duyularımız var. Bu duyular esasen irade ile yoğrulmuştur. İrade, bu duyular aracılığıyla algıda etkin rol oynar.

Örneğin, harekete dair bir algıda, sabit dururken bile iradenin nasıl işlediğini hissedebilirsiniz. Hareketsiz irade, denge algısında da çalışır. Hayat duyusunda irade oldukça aktiftir ve dokunmayla çevreyi keşfederken de irade devrededir. Çünkü dokunmak, temelde iradeniz ile çevreniz arasındaki bir etkileşimdir.

Kısacası: Dokunma, hayat, hareket ve denge duyuları — dar anlamda “irade duyuları”dır.

Mesela, bir şeyi dokunarak incelerken eliniz hareket eder. Bu yüzden dokunma duyusunun varlığı açıktır. Ancak hayat, hareket ve denge duyularının varlığı o kadar belirgin değildir.

Ancak bu üçü özel anlamda irade duyuları olduğu ve irade de uyuduğu için, insanlar bu duyularla adeta uykudadır. Bu nedenle birçok psikolojik kuramda bu duyulardan hiç söz edilmez. Çünkü bilim, bu konularda da insanın kendi uykusunu rahatça uyumaktadır.

(17) Sonraki grup: koku, tat, görme ve sıcaklık duyularıdır. Bunlar esasen his/duygu duyularıdır.

Naif bilinç, özellikle koku ve tat alma ile his arasında ilişki kurar. Ama insanlar neden görme ve sıcaklık duyularını hisle ilişkilendirmezler?

Çünkü sıcaklık duyusu genellikle dokunma duyusuyla karıştırılır. Bu nedenle insanlar sıcaklık duyusunun hisle ne kadar yakından ilişkili olduğunu fark etmez. Yani hem yanlış şekilde birleştirirler hem de yanlış şekilde ayırırlar.

Oysa:

Dokunma duyusu iradeye daha çok yöneliktir.

Sıcaklık duyusu ise saf bir şekilde hisle ilgilidir.

İnsanlar, görme duyusunun da aslında bir his duyusu olduğunu fark etmezler. Çünkü Goethe’nin renk teorisi gibi gözlemleri dikkate almazlar. Goethe, renk ile his arasındaki ilişkiyi ve bunun nasıl irade dürtüsüne yol açtığını çok net şekilde ortaya koymuştur.

(18) Genellikle renkleri gördüğümüzde aynı anda şekil sınırlarını da görürüz: çizgileri ve formları. Ama biz bu iki şeyi aynı anda algılarken bunu fark etmeyiz.

Birisi renkli bir daire gördüğünde şöyle der: “Rengi görüyorum ve dairenin yuvarlaklığını görüyorum.”

Oysa bu iki farklı şeyi karıştırmaktır.

İlk olarak rengi göz aracılığıyla görürsünüz.

Ama dairesel formu, hareket duyunuzu bilinçsizce kullanarak, eterik ya da astral bedeninizle dairesel bir hareket yaparak algılarsınız.

Bu hareket bilişe çıktığında renk algısıyla birleşir. Bu formu hareket duyunuzla bedeninizin tamamından alırsınız. Bunu daha önce “insanların kozmos içinde geometrik formlar gerçekleştirdiği ve sonra bunu bilişe çıkardığı” şekilde anlatmıştım.

(19) Günümüz resmi bilimi böyle ince gözlemlerle hiç ilgilenmez. Bu nedenle rengi görmekle formu algılamayı birbirinden ayırt etmez.

Ama gelecekte, bu kafa karışıklığıyla eğitim yapamayacağız.

İnsan görme eğitimi nasıl verilebilir, eğer onun sadece gözle değil, tüm bedenin hareket duyusuyla gerçekleştiğini bilmezsek?

Bir de şu var: Renkli formlar gördüğünüzde, görmenin ne kadar karmaşık bir etkinlik olduğunu anlarsınız.

Çünkü bir bütün olarak insan olduğunuzdan, renk ve form algısını içsel olarak birleştirebilirsiniz. Yoksa kırmızı bir daireye donuk bir şekilde bakardınız.

Ama bakmazsınız, çünkü:

Rengi gözle algılarsınız,

Formu hareket duyusuyla. Hayatta bu ikisini tekrar birleştirirsiniz.

Sonuçta bir yargıya varırsınız. İşte bu yargı, duyularınızın size ayrılmış bir dünyayı sunması nedeniyle bedeninizde oluşan canlı bir süreçtir.

12 duyu, dünyayı size 12 farklı yoldan sunar. Ve siz bu parçalanmış şeyleri tekrar birleştirerek yargılarda bulunursunuz.

(20) İşte bu, insanın dünyayla ilişkisinin daha derin anlamıdır. 12 duyuya sahip olmasaydık, çevremize aptalca bakardık ve hiçbir içsel yargı geliştiremezdik. Ama 12 duyumuz olduğu için, ayrılmış olanı tekrar birleştirme konusunda pek çok yolumuz vardır. Benlik duyusuyla diğer 11 duyu arasında ilişki kurabiliriz.

Ayrıca benlik duyusunu düşünce ve konuşma duyularıyla da bağlayabiliriz. Böylece, insanın dünya ile gizemli şekilde nasıl bağlantılı olduğunu görebiliriz.

Duyular dünyayı temel öğelerine ayırır, ama insan bunları yeniden birleştirmek zorundadır. Böylece, insan varlıkların içsel yaşamına katılır. Bu yüzden çocukları eğitirken her bir duyuyu dengeli şekilde geliştirmemiz ne kadar önemli! Çünkü bu sayede duyular ve algılar arasındaki ilişkileri bilinçli ve sistemli şekilde kurabiliriz.

(21) Şunu da eklemeliyim: Benlik duyusu ile düşünce, işitme ve konuşma duyuları daha çok bilişsel duyulardır. Çünkü bu duyularda irade daha çok uyuyan bir iradedir — bilişsel etkinlikte titreşen, gerçekten uykuda olan bir irade.

Bu şekilde, irade, his ve biliş, insanın benlik bölgesinde uyanıklık ve uyku aracılığıyla yaşar.

(22) Şunu açıkça bilmeliyiz ki, ruha (spirit) baktığımızda, insanı ancak üç ayrı açıdan ele alarak anlayabiliriz.

Ama sadece “ruh ruh ruh” (spirit) demek yeterli değildir. Pek çok insan sürekli ruh (spirit) hakkında konuşur ama ruhun (spirit) verdikleriyle ne yapacaklarını bilmezler.

Gerçekten ruhsal olanla çalışmak istiyorsak, bunu bilinç durumları üzerinden yapmalıyız: uyanıklık, uyku, rüya gibi.

Ruh, sempatik ve antipatik deneyimler üzerinden etkilenir; yani hayatta karşılaşılan koşullar yoluyla. Ruh, sürekli olarak bilinçaltında etkilenir.

Ruh (soul), astral bedende yaşar.

Hayat, eterik bedende yaşar. Bu ikisi arasında sürekli bir iç iletişim vardır. Böylece ruh, otomatik olarak eterik bedenin yaşam koşullarına katılır.

Fiziksel beden, kendi formlarıyla algılanır. Dün, fiziksel bedenin başı için küre, göğsü için hilal ve uzuvlar için çizgiler kullanmıştım. Ama hâlâ insan bedeninin gerçek biçimlerini konuşmalıyız.

Ruhu (spirit) tanımlamak istiyorsak, onun bilinç durumlarındaki varlığını açıklamalıyız.

Ruhsal olanı tanımlamak istiyorsak, onu sempati ve antipati arasındaki yaşam ile göstermeliyiz.

Fiziksel bedeni tanımlamak istiyorsak, gerçek formlarını kavramalıyız.

Bunları yarın daha fazla ele alacağız. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Georgia: A Center of the World

Sarıyer'de bir Waldorf ilkokul girişimi - 3.sınıfa doğru

Nature of Colours/Renklerin Doğası