Ders 9: Stuttgart/30 Ağustos 1919 (Steiner Öğretmen Seminerleri)
Eğer gelişen insan varlığına dair derin anlayışınızı istek (irade) ve duyguyla doldurursanız, o zaman iyi bir öğretmen olursunuz. Pedagojik bir içgüdü sizde uyanır; bu içgüdü, çocuk gelişimine dair irade ile yoğrulmuş bilginizi uygulamayı mümkün kılar. Ancak bu bilginin gerçek olması gerekir — yani, gerçek dünyanın hakiki bir anlayışına dayanmalıdır.
(2) İnsana dair gerçek bir bilgiye ulaşmak için, insanı önce ruh açısından, sonra da ruhsal (spiritüel) bakış açısından gözümüzde canlandırmaya çalıştık. İnsanı ruhsal olarak kavrayabilmek için, bilinç düzeylerini göz önünde bulundurmamız gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. En azından başlangıçta, ruhsal yaşamımız uyanıklık, rüya ve uyku hâlinde gerçekleşir; bu nedenle, hayattaki bireysel olayları tamamen uyanık, rüya hâlinde veya uyurken gerçekleşen durumlar olarak değerlendirebiliriz. Şimdi dikkatimizi yavaş yavaş ruhsal düzeyden ruh aracılığıyla fiziksel bedene doğru kaydırmaya çalışacağız ki, böylece insanın tamamını göz önünde bulundurabilelim. Son olarak, çocuklara sağlık kazandıran şeylerle bu tartışmaları tamamlayabiliriz.
(3) Eğitimin tümü için dikkate aldığımız yaşam evresinin, insan yaşamının ilk yirmi yılı olduğunu biliyorsunuz. Ayrıca, çocukların bu ilk yirmi yıldaki hayatının üç bölüme ayrıldığını da biliyorsunuz. Diş değişimine kadar olan dönemde, çocukların belirli bir karakteri vardır; bu, her şeyi taklit etme arzularında ifade bulur. Çocuklar gördükleri her şeyi taklit etmeye çalışırlar. Yedi yaşından ergenliğe kadar olan dönemde ise, çocuğun bilmek, hissetmek ve yapmak istediği her şey, otoritelerden almak istediği bir arzuyla şekillenir. Ancak ergenlikten sonra çocuklar çevreleriyle kendi yargıları aracılığıyla ilişki kurmak isterler. Bu nedenle, ilkokul çağındaki çocuklarla karşı karşıya olduğumuzda, içsel özü otoriteye yönelmiş insanlar geliştirmemiz gerektiğini dikkate almalıyız. Eğer bu yaşam evresinde otorite konumundan öğretemiyorsak, iyi birer öğretmen olamayız.
(4) Yine de şimdi, insan yaşamının ruhsal niteliklerine genel bir bakış edinmek istiyoruz. Daha önce çeşitli açılardan tarif ettiğimiz gibi, insan yaşamının tüm etkinliği bir yanda bilişsel düşünmeyi, diğer yanda istemeyi (irade) ve ortada duygulanımı kapsar. Doğumla ölüm arasında, yeryüzündeki insanlar düşünme yetilerini yavaş yavaş mantıkla ve mantıklı düşünmeyi mümkün kılan her şeyle donatmak zorundadır. Ancak öğretmenler olarak, mantıkla ilgili bildiklerinizi arka planda tutmanız gerekir, çünkü mantık oldukça akademik bir konudur. Çocuklara bunu ancak tavrınız aracılığıyla öğretmelisiniz; fakat öğretmen olarak, mantığın en önemli unsurlarını kendi içinizde taşımalısınız.
(5) Mantıklı davrandığımızda —yani düşünsel ve bilişsel biçimde hareket ettiğimizde— bu etkinlik her zaman üç bölümde gerçekleşir: İlk olarak, düşünsel bilişimizde her zaman “sonuç” dediğimiz şey bulunur. Genellikle düşüncelerimizi konuşarak ifade ederiz. Eğer konuşmanın yapısına bakarsanız, konuşurken sürekli sonuçlar oluşturduğunuzu görürsünüz. İnsanlarda en bilinçli etkinlik, sonuçlar oluşturmaktır. İnsanlar sürekli sonuçlar dile getirmeseydi kendilerini ifade edemezdi, başkalarını da anlayamazlardı. Kuramsal mantık, genellikle bu sonuçları parçalara ayırarak analiz eder ve böylece gündelik hayatta oluşan doğal sonuçları bozar. Kuramsal mantık, bir şeye baktığımızda otomatik olarak bir sonuca vardığımızı hesaba katmaz. Örneğin, bir hayvanat bahçesine gittiğinizi ve bir aslan gördüğünüzü düşünün. Onu algıladığınız anda ilk yaptığınız nedir? Önce, gördüğünüz şeyin bir aslan olduğunun farkına varırsınız. Ancak bu farkındalıkla birlikte onu algılamış olursunuz. Hayvanat bahçesine gitmeden önce, aslana benzeyen şeylerin “hayvan” olduğunu öğrenmişsinizdir. Hayatta öğrendiğiniz bu bilgiyi hayvanat bahçesine götürürsünüz. Sonra, aslana bakarsınız ve onun hayvanlara özgü davranışlar sergilediğini fark edersiniz. Bu bilgiyi daha önce öğrendiklerinizle ilişkilendirirsiniz ve aslanın bir hayvan olduğu yargısına varırsınız. Yalnızca bu yargıya vardıktan sonra “aslan” kavramını anlayabilirsiniz.
Önce bir sonuç oluşturursunuz, sonra bir yargı, en sonunda da bir kavrama ulaşırsınız. Tabii ki bu süreci sürekli yaptığınızın farkında olmazsınız; ancak bunu yapmasaydınız, diğer insanlarla iletişim kurmanızı sağlayan bilinçli bir yaşam süremezdiniz. İnsanlar genellikle önce “kavram”lara ulaştıklarını sanırlar. Oysa bu doğru değildir. Hayatta, ilk gelen şey sonuçtur. Eğer hayvanat bahçesine "aslan" kavramıyla gitmiyorsanız, aslanı görür görmez edindiğiniz yeni algıyı diğer deneyimlerinizle birleştirirsiniz — yani ilk yaptığınız şey bir sonuç çıkarmaktır.
Hayvanat bahçesinde bir aslan görmek, yaşamın tamamı içinde yalnızca tek bir olaydır. Hayat orada başlamaz; bu eylemi geçmişteki tüm yaşamla bağdaştırırız ve o geçmiş, bu anda da etkisini sürdürür. Aynı şekilde, hayvanat bahçesindeki bu deneyimi de gelecekteki yaşama taşırız. Bu süreci bir bütün olarak ele alırsak, aslan ilk olarak bir sonuçtur. Biraz sonra, bir yargı olur. Son olarak, biraz daha sonra, bir kavrama dönüşür.
(6) Eğer mantıkla ilgili ders kitaplarını —özellikle de eski olanları— açarsanız, en çok bilinen şu örneklerden birini görürsünüz: “Bütün insanlar ölümlüdür. John bir insandır. Öyleyse, John ölümlüdür.” Mantıkta en ünlü kişi kesinlikle John’dur. Bu üç yargının —“Bütün insanlar ölümlüdür,” “John bir insandır,” “Öyleyse John ölümlüdür”— birbirinden ayrılması yalnızca mantık öğretisinde vardır. Gerçek yaşamda ise bu üç yargı iç içedir ve tek bir bütün oluşturur, çünkü yaşam düşünsel-bilişsel bir şekilde ilerler. John’la karşılaştığınızda bu üç yargıyı aynı anda oluşturursunuz. Hepsi, John hakkında düşündüğünüz şeylerin içindedir. Yani önce sonuca varırsınız, sonra bu sonucu yargıya dönüştürürsünüz, ve son olarak “ölümlü John” gibi özgül bir kavrama ulaşırsınız.
(7) Bu üç şey —sonuç, yargı, kavram— bilişte, yani yaşayan insan ruhunda vardır. Peki, yaşayan insan ruhunda nasıl bir şekilde var olurlar?
(8) Sonuçlar, yalnızca yaşayan insan ruhu içinde yaşayabilir ve sağlıklı olabilir. Yani bir sonuç, ancak tamamen bilinçli yaşamda yer aldığında sağlıklıdır. Bu, ileride göreceğimiz üzere, son derece önemlidir.
(9) Bu nedenle, çocuklara hazır sonuçları ezberletirseniz, onların ruhlarına zarar verirsiniz. Şimdi öğretimle ilgili söyleyeceklerim, özellikle belirli bir durumda nasıl davranacağımız açısından temel önemdedir. Waldorf Okulu’nda her yaştan çocuk olacak; bu çocuklar önceki eğitimlerinin sonuçlarını beraberlerinde getirecekler. Daha önce başka öğretmenler bu çocuklarla çalıştı ve siz onların sonucunu; sonuç, yargı ve kavram biçiminde göreceksiniz. Her çocukla en baştan başlayamayacağınız için, çocukların ne bildiklerini hatırlamalarını sağlamanız gerekecek. Özellikle bizim özel durumumuzda, okulu sıfırdan değil, birden sekize kadar tüm sınıflarla başlatmak zorundayız. Karşınızda başka öğretmenlerin eğittiği çocuk ruhları olacak ve başta onlara ezberletilmiş sonuçları zorla hatırlatmaya çalışmaktan kaçınmanız gerekir. Eğer bu hazır sonuçlar çocukların ruhlarına çok güçlü biçimde yerleştirilmişse, onları orada bırakmak ve artık çocukların kendi başlarına sonuç çıkarmaya odaklanmalarını sağlamak daha iyidir.
(10) Yargılar, doğal olarak tam uyanıklık hâlinde gelişir. Fakat bu yargılar, insan ruhuna —rüya gören ruha— inebilir. Sonuçlar asla rüya gören ruha sızmamalıdır; yalnızca yargılar sızabilir. Ama dünya hakkında oluşturduğumuz her türlü yargı, rüya gören ruha iner.
(11) Peki, bu rüya gören ruh gerçekte nedir? Daha önce öğrendiğimiz gibi, bu ruh daha çok duygulanımla ilgilidir. Bir yargı oluşturduğumuzda ve hayatımıza devam ettiğimizde, bu yargıları duygularımızla birlikte dünyaya taşırız. Bu da şu anlama gelir: Yargı oluşturmak bir tür alışkanlıktır. Çocuklara nasıl yargı oluşturmayı öğrettiğiniz, onların ruhlarında alışkanlıklar yaratır. Bu konuda tamamen bilinçli olmanız gerekir. Cümleler, yargıların ifadeleridir. Çocuklara söylediğiniz her cümleyle, onların ruhsal alışkanlık yaşamına bir tuğla daha eklersiniz. Bu nedenle, gerçek bir otoriteye sahip öğretmen, söylediklerinin çocukların ruhsal alışkanlık yaşamına nasıl yapıştığının farkında olmalıdır.
(12) Şimdi yargıdan kavrama geçersek, kavramların insan doğasının en derin katmanlarına —uyuyan ruha— indiğini kabul etmemiz gerekir. Kavramlar, uyuyan ruha iner. Ve bu, beden üzerinde etkili olan ruhtur. Uyanık ruh, beden üzerinde etkili değildir. Rüya gören ruh, sınırlı da olsa etkilidir — özellikle alışkanlık haline gelmiş jestlerde kendini gösterir. Ama uyuyan ruh, doğrudan bedenin biçimine kadar etkilidir.
Kavramlar oluşturduğunuzda, yani yargılardan doğan sonuçları çocuklara verdiğinizde, uyuyan ruh aracılığıyla doğrudan çocukların bedenlerine etki etmiş olursunuz. İnsan bedeni doğduğunda büyük ölçüde tamamlanmıştır. Ruh, ancak kalıtımın sağladığını ince ayarlamalarla geliştirebilir. Yine de, bu inceltme işini yapar.
Dünyada dolaşır, insanlara bakarız. İnsanların belirgin yüz özellikleri olduğunu görürüz. Peki, bu yüz özellikleri neyi içerir? Bunlar, çocukken öğretilmiş tüm kavramların sonuçlarını taşır. Çocuğun ruhuna dökülen tüm kavramlar, yetişkinin yüzünde ışıldar — çünkü uyuyan ruh, yetişkinin yüz hatlarını, çocuklukta ruhun taşıdığı kavramlara göre şekillendirmiştir.
İşte burada, öğretiminizin etkisini görebilirsiniz: Kavram oluşturma yoluyla yaptığınız öğretim, insanın bedenine kadar iz bırakır.
(13) Günümüzde gözlemlenebilen bir olgu da, insanların son derece ifadesiz yüzlere sahip olmasıdır.
Hermann Bahr, Berlin’de verdiği bir konferansta deneyimlerine dayanarak şöyle demiştir: 1890’larda, eğer Ren veya Essen çevresinde fabrikalardan çıkan insanlarla karşılaşırsanız, onlara baktığınızda aralarında hiçbir fark yokmuş gibi bir hisse kapılırsınız. Sanki hep aynı kişinin kopyalarıyla karşılaşıyormuşsunuz gibi olur. İnsanları birbirinden ayırt etmeniz neredeyse imkânsız hale gelir.
Bu çok önemli bir gözlemdir. Bahr başka bir önemli gözlemini de şöyle aktarmıştır: 1890’larda Berlin’de bir akşam yemeğine davetliyseniz ve yanınıza iki kadın oturuyorsa, aralarındaki farkı anlayamayabilirsiniz. En azından biri solunuzda, diğeri sağınızda oturuyor diye ayırt edersiniz.
Sonra başka bir yere davetli olduğunuzda, orada oturan kadının önceki gün mü yoksa iki gün önceki kadın mı olduğunu anlayamayabilirsiniz!
(14) Başka bir deyişle, insanlar arasında belli bir tekdüzelik vardır. Bu, insanların doğru şekilde yetiştirilmediğinin kesin bir işaretidir. Bu tür gözlemlerden, eğitim sisteminin neden dönüştürülmesi gerektiğini öğrenmeliyiz; çünkü eğitim, uygarlığın en derinlerine kadar işler. İnsanlar hayatta hiçbir gerçekle karşılaşmadan yaşadıklarında, kavramlar bilinçdışı bir biçimde onlarda yaşamaya devam eder.
(15) Kavramlar bilinçdışında yaşayabilir. Yargılar yalnızca yarı bilinçli rüya hâlindeki alışkanlıklar olarak yaşayabilir ve sonuçlar (çıkarımlar) gerçekten yalnızca tamamen bilinçli uyanık yaşamda var olmalıdır. Bu da demektir ki, çocuklarla çıkarımlarla (sonuçlarla) ilgili konuşurken çok dikkatli olmalıyız; onlara hazır sonuçlar sunmamalı, ancak olgunlaştıklarında birer kavrama dönüşecek şeyleri onlara bırakmalıyız. Bunun için neye ihtiyacımız var?
(16) Düşünün ki kavramlar oluşturuyorsunuz ama bu kavramlar ölü. O hâlde çocuklara ölü kavramları aşılıyorsunuz demektir. Eğer çocuklara ölü kavramlar aşılıyorsanız, kavram cesetlerini doğrudan fiziksel bedenlerine enjekte ediyorsunuz demektir. Peki çocuklara öğrettiğimiz bir kavram nasıl olmalı? Yaşayan bir kavram olmalı ki çocuklar onunla birlikte yaşayabilsin. Çocuklar canlıdır, dolayısıyla kavramlar da canlı olmalıdır. Eğer dokuz ya da on yaşındaki çocuklara, otuz ya da kırk yaşına geldiklerinde de aynı kalacak kavramları aşılıyorsanız, onlara ölü kavramlar aşılıyorsunuz demektir, çünkü bu kavramlar çocukların gelişimiyle birlikte değişemez. Çocuklara hayat boyu gelişebilecek türde kavramlar vermelisiniz. Öğretmen, çocuklara hayatla birlikte evrilecek türden kavramlar vermeye dikkat etmelidir. Çocuklar büyüdüklerinde, bu kavramlar artık ilk verildiği hâlde kalmamalıdır. Böyle yaptığınızda, çocuklara yaşayan kavramlar aşılamış olursunuz. Ne zaman ölü kavramlar aşılarsınız? Sürekli onlara tanımlar verdiğinizde. Örneğin “Bir aslan şudur…” deyip bunu ezberletiyorsanız, ölü kavramlar veriyorsunuz demektir. Bu durumda, çocukların otuz yaşına geldiklerinde hâlâ size öğrettiğiniz aynı kavramlara sahip olacaklarını varsayıyorsunuz. Bu da demektir ki sürekli tanım yapmak, yaşayan öğretimin ölümüdür. Peki ne yapmalıyız? Öğretimde tanımlamak yerine betimlemeye çalışmalıyız. Betimleme, bir şeyi mümkün olduğunca çok açıdan ele almaktır. Eğer çocuklara geleneksel doğa tarihi dersi veriyorsanız, genellikle sadece hayvanları tanımlarsınız. Oysa bizim yapmamız gereken, hayvanları farklı açılardan betimlemek olmalı: insanlar bu hayvanı nasıl tanıdı, nasıl faydalandı, vs. Akılcı biçimde oluşturulmuş bir eğitim, betimleyebilir; eğer kalamara, fareye, insana dair bilgileri her biriyle ilgili blok derslerde ayrı ayrı vermek yerine onları yan yana getirir, birbirleriyle ilişkilendirirseniz. Bu durumda ortaya çıkan ilişkiler o kadar çeşitli olur ki, ortaya tek bir tanım çıkmaz, bir betimleme ortaya çıkar. Uygun bir öğretim, en başından itibaren tanımlara değil, betimlemeye yönelmelidir.
(17) Çocuklarda hiçbir şeyi öldürmemeye, onları canlı ve esnek tutmaya dikkat etmek son derece önemlidir. Öğretirken, değişebilecek kavramlarla, değişmesi gerekmeyen (ve gerçekten böyle kavramlar da vardır) kavramlar arasında dikkatle ayrım yapmalısınız. Bu ikinci türden kavramlar, çocukların ruhlarında bir tür çerçeve oluşturabilir. Ancak bu durumda çocuklara yaşam boyu kalabilecek bir şey vermeniz gerektiğini bilmelisiniz. Yaşamın ayrıntılarına dair çocuklara ölü, değişmeyen kavramlar veremezsiniz. Onlara hayatın ve dünyanın somut yanlarıyla ilgili yaşayan, çocukla birlikte gelişen kavramlar vermelisiniz. Ancak tüm bu bilgileri insanla ilişkilendirmelisiniz. Sonunda, çocukların kavrayışlarında her şey insan kavramında birleşmelidir. “İnsan” kavramı kalabilir. Çocuklara bir hikâye anlatırken ve bunu insanla ilişkilendirirken—örneğin doğa bilgisinde kalamarla fareyi insana bağlarken, ya da toprağa bağlı telin telegrafı nasıl tamamladığını göstererek hayranlık uyandırırken—tüm dünya detaylarıyla birlikte insanla ilişkilendirilmiş olur. İşte bu kalıcı olabilir. “İnsan” kavramını yavaş yavaş oluştururuz; çocuklara hazır bir insan kavramı veremeyiz. Ancak bu kavram tamamlandığında, kalabilir. Bu, bir çocuğun okuldan yetişkinliğe taşırken yanında götürebileceği en güzel şeydir: en çeşitli, en kapsayıcı insan kavramı.
(18) İnsanlarda yaşayan her şey başkalaşmaya (metamorfoz) eğilimlidir. Eğer çocuklara saygı, değer verme ve genel anlamda dua dolu bir tutum olarak adlandırabileceğimiz şeylerin kavramlarını kazandırabilirseniz, bu kavramlar dua dolu bir tutumla iç içe yaşar ve yaşlılıkta “kutlama” (blessing) yetisine dönüşür. Bir keresinde şöyle demiştim: çocukken düzgünce dua etmeyen hiç kimse, yaşlılıkta gerçek anlamda kutsama gücüne sahip olamaz. Yaşlı insanlar, ancak çocukken düzgünce dua etmişlerse, en güçlü şekilde kutsayabilirler.
(19) İnsan doğasıyla derinden bağlantılı kavramlar öğretmek, çocuklara yaşayan kavramlar vermek anlamına gelir. Bu yaşayan kavramlar, insan yaşamı boyunca başkalaşır, dönüşür.
(20) Şimdi de gençlik yaşamının üçlü doğasına biraz farklı bir açıdan bakalım. Diş değişimine kadar olan dönemde çocuklar taklit etmek ister. Ergenliğe kadar olan dönemde otorite altında olmak isterler. Ondan sonra ise dünyada kendi yargılarını kullanmak isterler.
(21) Bunu başka şekilde de ifade edebiliriz. Ruhsal-düşünsel dünyadan gelen ve bedenle sarınan bir insan ne ister? Daha önce ruhsal dünyada yaşadığı şeyi fiziksel dünya gerçekliğine taşımak ister. Diş değişimine kadar olan dönemde insanlar geçmişe odaklıdır. Hâlâ ruhsal dünyada geliştirdikleri bağlılıkla doludurlar. Bu nedenle çevrelerine yönelir ve insanları taklit ederler. Bu durumda temel güdü nedir, diş değişiminden önceki çocuklarda hâkim olan bilinçdışı hava nedir? Bu, çok güzel bir tutumdur ve bunu beslemeliyiz. Bu tutum, bilinçdışı bir inançtan doğar: “Dünya ahlakidir.” Bu, modern ruhlar için tamamen doğru olmasa da, insanlar dünyaya geldiklerinde, fiziksel varlıklar oldukları için, bilinçdışı bir eğilimle başlarlar: dünya ahlakidir. Diş değişimine kadar ve biraz sonrasına kadar, bu bilinçdışı inancı eğitimde dikkate almamız çok iyidir. Bu durumu okuma parçalarında dikkate almıştım. Çoban köpeği, kasap köpeği ve süs köpeğiyle ilgili hikâyede, insan ahlakı hayvan dünyasına yansıtılır. Fallersleben’in menekşe şiirinde ise pedantizm olmadan, yedi yaş üzeri çocuklara ahlak duygusu aktarılır. Çocukların dünyaya dair bu bilinçdışı ahlaki inançları ve bu yüzden dünyayı taklit edebileceklerini düşünmeleri, onları bu kadar yüce ve özel kılan şeydir. Çocuklar, geçmişte yaşarlar ve çoğu zaman fiziksel değil, doğum öncesi ruhsal geçmişi yansıtırlar.
(22) Diş değişiminden sonra insanlar sürekli olarak şimdiye (şimdiye ve bugüne) odaklanırlar ve ergenliğe kadar olan süreçte şimdiki şeylerle ilgilenirler. Eğitimde, ilkokul çağındaki çocukların her zaman şimdide yaşamak istediklerini dikkate almalıyız. Peki insanlar şimdi nasıl yaşar? İnsanca, hayvansı değil, insanca bir şekilde dünyadan keyif alarak yaşarız. Bu doğrudur: ilkokul çocukları okulda da dünyadan keyif almak ister. Bu nedenle öğretimin onlar için bir tür keyif kaynağı olması gerekir. Ancak bu keyif hayvansı değil, yüksek insani bir keyif olmalı ve öğretim antipati ya da tiksinti yaratmamalı. Pedagoji bu alanda birçok iyi girişimde bulunmuştur, fakat burada da bir tehlike vardır. Eğitimde keyif verecek olma fikri, kolaylıkla sıradanlaşabilir ve bu olmamalıdır. Bunu ancak öğretmenler olarak sıradanlığın, pedagojik kuruluğun, dar kafalılığın üzerine çıkmak istediğimizde engelleyebiliriz. Bunu da ancak sanatla canlı bir ilişki sürdürürsek başarabiliriz. Dünyadan insani şekilde keyif almak istiyorsak, şu varsayımda bulunmuş oluruz: dünya güzeldir. Diş değişiminden ergenliğe kadar çocuklar bilinçdışı olarak dünyayı güzel bulabileceklerini varsayarlar. Eğitimin güzel olması gerektiği varsayımını dikkate almazsak ve yalnızca yarar üzerinden eğitim vermeye çalışırsak bu varsayımı göz ardı etmiş oluruz. Bunun yerine, özellikle bu dönemde, öğretimi sanatsal olanla doyurmak için estetik deneyime yönelmeliyiz. Bugünkü öğretim kılavuzlarını okuduğumuzda, eğitimde keyif verme niyetinin, öğretmenlerin çocuklara söylediklerinin ne kadar estetikten uzak ve sıradan olduğu gerçeğiyle karşılaştığında nasıl başarısızlığa uğradığını görebiliriz. Günümüzde insanlar Sokratik yöntemle örnekli öğretim uygulamayı seviyor. Ancak çocuklara sorulan sorular, faydacı ve yüzeysel bir karakter taşıyor; güzellikten yoksun, yaşamla ilgisi olmayan bir nitelikte oluyor. Bu durumda hiçbir örnek işe yaramaz. Öğretmenlere hangi yöntemi uygulamaları gerektiğini söylemek fayda etmez. Örnekler ancak öğretmenler, kendi sanatla ilişkilerinden beslenerek, çocuklara anlatacakları şeyleri zevkli bir şekilde seçtiklerinde işe yarar.
(23) Diş değişiminden önce, çocukların yaşamı, dünyanın ahlaki olduğuna dair bilinçdışı bir inançla sürer. İkinci dönem, diş değişiminden ergenliğe kadar olan süreç, dünyanın güzel olduğu varsayımıyla yaşanır. Ergenlikle birlikte, dünyanın doğru olduğuna dair bir eğilim gelişir. Ancak o zaman öğretim “sistematik” bir hâl alabilir. Ergenlikten önce sistematik öğretim vermek doğru değildir, çünkü çocuklar doğruya dair gerçek bir içsel kavrama ancak bu dönemde sahip olabilirler.
(24) Bu şekilde gelişen çocuğun, yüksek dünyalardan geçmişi bu fiziksel dünyaya taşıdığını, diş değişiminden sonra şimdinin çocukta canlandığını ve ileride, insanın ruhunda geleceğe ait dürtülerin yeşerdiğini anlayacaksınız. Geçmiş, şimdi ve gelecek — ve onların içindeki yaşam: işte gelişen insan varlığı budur.
(25) Şimdilik burada duralım ve iki gün sonra, pratik öğretime daha fazla yaklaşan bu tartışmayı sürdürelim.
Yorumlar
Yorum Gönder