Ders 11: Stutgart/2 Eylül 1919 (Steiner Öğretmen Seminerleri)
Dünkü derste anlatılan insan bedeninin ruhsal ve tinsel doğası üzerine düşünürseniz, insan bedeninin yapısını ve gelişimini anlamak için gerekli her şeyi hızla birleştirebilirsiniz.
(2) Dün, insan varlığının üç bölümden oluştuğunu gördük: baş, gövde ve uzuvlar. Bu üç bölümün her birinin ruh ve tin dünyasıyla farklı bir ilişkisi olduğunu da gördük.
(3) Önce insan başının biçimini ele alalım. Dün, başın esas olarak fiziksel olduğunu söylemiştik. Göğsün fiziksel ve ruhsal özelliklere sahip olduğunu, uzuvların ise fiziksel, ruhsal ve tinsel özellikler taşıdığını gördük. Elbette yalnızca baş fiziksel diyerek başın doğasını tam olarak tanımlamış olmuyoruz. Gerçekte, her şey bu kadar keskin ayrılmaz. Aynı şekilde başın da ruhsal ve tinsel özellikleri vardır, fakat bunlar göğüs ve uzuvlardakinden farklıdır. İnsan doğduğunda baş öncelikle fiziksel bir yapıdadır. Bu, başın şeklinin neden bu şekilde olduğunu açıklar (ayrıca baş, embriyonal gelişimde ilk oluşan yapıdır); insanın genel ruhsal-tinsel özelliği önce başta belirir. Başın ruh ve tinle ilişkisi nedir? Baş, bedenin en tamamlanmış biçimidir. Çünkü onun oluşumu için gereken her şey daha önceki gelişim evrelerinde –hayvani olandan insani olana geçerken– tamamlanmıştır. Ruh, doğumda ve çocuğun ilk yıllarında başla bağlantılıdır; ruhla ilgili her şey başta rüya gibi işler. Aynı şekilde tin de başta uyur.
(4) İnsan başında beden, ruh ve tin olağanüstü bir şekilde bütünleşmiştir. Başta çok iyi gelişmiş bir beden, rüya gören bir ruh ve hâlâ uykuda olan bir tin vardır. Görevimiz, bu gerçekleri insanın genel gelişimiyle nasıl uyumlandıracağımızı görmek. Bu gelişim öyle ilerler ki, diş değişimi gerçekleşene kadar çocuk esas olarak taklit eden bir varlıktır. Çocuklar çevrelerinde gördüklerini taklit eder. Bunu, başlarındaki tinsel yön uykuda olduğu için yapabilirler. Bu nedenle, tinsel yönleri başlarının dışında, yani çevrelerinde olabilir. Siz uyuduğunuzda ruh-tinsel benliğiniz bedenin dışına çıkar. Çocuklar da tinsel ve ruhsal benlikleriyle çevrelerinde yaşarlar; bu da onların neden taklit yoluyla öğrendiklerini açıklar. Bu aynı zamanda, çocukların çevrelerine, özellikle anne babalarına duydukları sevginin, rüya gören ruhlarında neden oluştuğunu açıklar. Ancak çocuklar ikinci diş setlerini kazandığında, yani diş değişimi tamamlandığında, başlarının gelişimi de tamamlanır. Doğduğumuzda baş tamamlanmış gibi görünse de, aslında ilk yedi yıl boyunca son gelişimini sürdürür. Bu gelişimin tamamlandığı nokta diş değişimidir.
(5) Peki, aslında ne tamamlanmış olur? Biçimin gelişimi tamamlanır. Bu dönemde, insan fiziksel bedenine sertleşen ve şekil veren unsurları almıştır. Bir çocuğun ikinci dişlerinin çıktığını gördüğümüzde, onun dünyayla ilk karşılaşmasını tamamladığını söyleyebiliriz. Yani, biçim kazandırmak için gerekenleri gerçekleştirmiştir. Çocuk başın biçimlenmesini tamamlarken, insan göğsünde başka bir şey gerçekleşir.
(6) Göğüs bölgesinde, kafadan çok farklı bir durum söz konusudur. Doğuştan itibaren, en başından itibaren, göğsün hem fiziksel hem de ruhsal özellikleri vardır. Kafadan farklı olarak, göğüste yalnızca fiziksel özellikler bulunmaz. Göğüs, hem fiziksel hem de ruhsal özelliklere sahiptir ve yalnızca ruh, onun dışında rüya görür halde mevcuttur. Bir çocuğu yaşamının ilk yıllarında gözlemlerken, göğüs yönünün kafa yönüne kıyasla daha fazla farkındalığa ve canlılığa sahip olduğuna dikkat etmeliyiz. İnsanları gelişigüzel bir araya getirilmiş tekil varlıklar olarak görmek tamamen yanlış olur.
(7) Uzuvlar (kollar, bacaklar) ise yine farklıdır. Burada, yaşamın ilk anından itibaren, ruh, beden ve tin birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve birbirini etkiler. Burada çocuk ilk olarak tamamen uyanıktır; bu, çocuğu büyütecek olanların fark edeceği bir durumdur, çünkü çocuk tekmeler, kıpırdanır. Her şey uyanıktır ama henüz gelişmemiştir. İnsanın sırrı şudur: Doğumda, başın tin yönü çok iyi gelişmiştir ama uyumaktadır; ruh yönü ise yine iyi gelişmiştir ama rüya görür haldedir. Bunların yavaş yavaş uyanmaları gerekir. Doğumda, insanın uzuv yönü her ne kadar uyanık olsa da biçimsizdir ve gelişmemiştir.
(8) Aslında, sadece insanın uzuv yönünü ve göğsünün bir kısmını geliştirmemiz gerekir. İşte burada eğitimin ilk gerçek niteliği ortaya çıkar: İnsanın uzuvları ve göğsü, kafayı uyandırma görevine sahiptir. Uzuvları ve göğsün bir kısmını geliştirirsiniz ve bu bölümler, insanın göğsünün ve kafasının diğer bölümlerini uyandırır. Buradan, çocukların size çalışacak gerçek bir "madde" sunduğunu görebilirsiniz. Çocuklar, doğumda dünyaya getirdikleri eksiksiz tinsel ve neredeyse eksiksiz ruhsal yönlerini size sunarlar. Sizin yapmanız gereken, sadece çocuğun henüz olgunlaşmamış tinini ve daha da az olgunlaşmış ruhunu geliştirmektir.
(9) Eğer durum böyle olmasaydı, eğitim ve öğretim imkânsız olurdu. Eğer insanın dünyaya getirdiği bütün tin öğelerini öğretmek zorunda olduğumuzu hayal edersek, o zaman öğretmen olarak bu kişinin neye dönüşebileceğini tam olarak bilmemiz gerekirdi. Bu durumda, muhtemelen öğretmekten hemen vazgeçerdiniz; çünkü çocuklara sadece sizin kadar zeki ve yaratıcı olmalarını öğretebilirdiniz. Tabii ki, sizden daha zeki ve daha yaratıcı çocuklara ders vermeniz gereken bir durumda da kalabilirsiniz. Bu ancak şunun sayesinde mümkündür: Öğretimde insanın sadece bir kısmıyla ilgileniyoruz—yani, bizim de öğretebileceğimiz, ama belki çocuktan daha zeki, daha yaratıcı ya da daha iyi olmadığımız kısımla. Elimizden gelen en iyi şey, iradeyi ve duygu ruhunun bir kısmını eğitmektir. İrade yoluyla—yani uzuvlar aracılığıyla—ve duygu yoluyla—insanın göğüs kısmı üzerinden—eğitebildiğimiz şeyi, kendi ulaştığımız seviyeye kadar getirebiliriz. Tıpkı bir hizmetkârın, kendisinden çok daha zeki birini uyandırabilmesi gibi, biz de bizden daha zeki ya da daha iyi olabilecek birine, bizim bile ötesine geçen bir şeyi öğretebiliriz. Tabii ki, zihinsel şeyler söz konusu olduğunda gelişmekte olan bir çocukla aynı seviyede olmamız gerekmez. Ancak, iradenin gelişimi bu kadar önemli olduğu için, bizim elimizden gelen en iyi insan olmaya çalışmamız gerekir. Çocuklar bizden daha iyi olabilir, ama büyük olasılıkla bu, öğretimimize dış dünyadan veya başka insanlardan gelen bir katkı olmazsa gerçekleşmez.
(10) Bu derslerde, dilin içinde bir tür dahiliğin yaşadığını söyledim. Dilin dahisi, dediğim gibi, dâhicedir. Bizden daha zekidir. Dilin nasıl yapılandığına ve ruhunu nasıl taşıdığına bakarak çok şey öğrenebiliriz.
(11) Ancak çevremizde yalnızca dilde değil, başka şeylerde de bir deha (dahilik) vardır. Az önce öğrendiğimiz şeyi bir düşünün: İnsan, kafasıyla dünyaya geldiğinde tin (ruh-bedenin ötesindeki varlık) uykudadır, ruh ise rüya görür durumdadır. En başından itibaren, yani doğumdan itibaren, çocuğa irade (istem) yoluyla eğitim verilmesi gerektiğini hatırlayın; çünkü irade yoluyla ona etki etmezsek, kafasındaki uykudaki tine ulaşamayız. İnsan gelişiminde büyük bir boşluk yaratmış oluruz eğer bir şekilde kafadaki tin yönüne ulaşamazsak. İnsan doğduğunda kafadaki tin uykudadır. Yeni doğmuş bir çocuğa, bacaklarını tekmeleyen birine, jimnastik ya da eurythmy yaptırmak mümkün değildir. Aynı şekilde, sadece tekmeleyen ya da en fazla ağlayan bir çocuğa müzik eğitimi vermek de imkânsızdır. Henüz çocuğa sanat yoluyla da ulaşamayız. Henüz isteme gücünden çocuğun uykudaki tinine giden net bir köprü yoktur. Ancak daha sonra, bir şekilde çocuğun isteme yönüne ulaşabildiğimizde, çocuğu ilk sözcükleri söylemeye yönlendirebilirsek, orada isteme ile karşılaşma başlar. Bu ilk sözcükler aracılığıyla ses organlarından çıkarılan istemli hareket, kafadaki uykudaki tine etki eder ve onu uyandırmaya başlar. Ancak en başta, elimizde gerçek bir köprü yoktur. İrade ve tin yönünün uyanık olduğu uzuvlardan, kafadaki uykudaki tine akan bir akış yoktur. Başka bir yol gerekir. İnsan yaşamının ilk döneminde, bir öğretmen olarak yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur.
(12) Ancak dilde bir deha olduğu gibi, dışımızda, doğanın da bir dehası, bir tini vardır. Dilin bir dehası vardır, fakat çocuk gelişiminin ilk evresinde, dilin tinine hitap edemeyiz. Ancak doğanın da kendine ait bir tini ve dehası vardır. Eğer böyle olmasaydı, çocukluğumuzun başında oluşan bu gelişimsel boşluk nedeniyle insan olarak solup giderdik. Doğanın dehası, bir köprü oluşturabilecek bir şey yaratır. Uzuvların gelişiminden—yani uzuv-insandan—bir madde ortaya çıkar ve bu madde doğrudan bu uzuv-insanla bağlantılıdır; bu madde süttür. Kadınlar sütü, doğrudan üst uzuvlarıyla—yani kollarla—bağlantılı olarak üretirler. Süt üreten organlar, uzuvların içsel bir devamıdır. Hayvanlar ve insanlar âleminde süt, uzuv doğasına içsel bir akrabalık taşıyan tek maddedir. Bir anlamda süt, uzuv doğasından doğar ve bu nedenle hâlâ uzuvların özünü taşır. Anne çocuğa süt verdiğinde, süt, maddede var olan ve olması gereken yerde tezahür eden uykudaki tini uyandıran tek ya da en önemli madde olarak etki eder. Süt kendi tinini taşır ve bu tin, çocuğun uykudaki tini uyandırma görevine sahiptir. Bu sadece bir metafor değildir; bu, doğanın gizli özünden süt yaratan doğa dehasının, çocuğun uykudaki insan tinini uyandırdığına dair bilimsel olarak temellendirilmiş bir gerçektir. Varlığın bu tür gizli ilişkilerine dair kavrayış kazanmalıyız. Ancak o zaman dünyanın içsel yasalarını anlayabiliriz. Maddenin yalnızca atomlara ve moleküllere bölünebilen önemsiz bir genişlik olduğu varsayımıyla teoriler üretirken ne kadar acınacak derecede cahil olduğumuzu kavramaya başlarız. Madde bu değildir. Madde, uykudaki insan tinini uyandırmak üzere yaratılmış, içsel bir ihtiyaçla oluşmuş süt gibi bir şeydir. Nasıl ki insan ya da hayvanların ihtiyaçlarından, iradeye dayalı güçten bahsediyorsak, aynı şekilde maddenin de “ihtiyaçlarından” genel olarak söz edebiliriz. Sütü, ancak şöyle diyerek anlayabiliriz: Süt yaratılırken, çocuğun insan tini için bir uyandırıcı olmayı “ister”. Eğer bu şekilde bakabilirsek, çevremizdeki her şey canlı hale gelir. Bu yüzden, insan ile dünya üzerindeki diğer tüm varlıklar arasındaki ilişkilere yabancı kalamayız.
(13) Az önce söylediklerimden doğanın dehasının insan gelişiminin ilk aşamasında aktif olduğunu görebilirsiniz. Bir anlamda biz, çocuk büyüdükçe ve eğitim almaya başladığında doğa dehasının başlattığı işi devralırız. Çocuğun taklit ettiği ve iradesi aracılığıyla etkilendiği sözlerimiz ve eylemlerimizle, doğa dehasının süt aracılığıyla gerçekleştirdiği etkiyi devam ettiririz; yalnızca biz bu besini insan aracılığıyla sağlarız. Böylece doğanın eğittiğini de görürüz, çünkü süt aracılığıyla alınan besin, eğitimin ilk aracıdır. Doğa doğal olarak öğretir. Biz de, sözlerimiz ve eylemlerimizle çocuğun ruhuna eğitim vermeye başlarız. Bu nedenle, bir öğretmen olarak kafayla fazla bir şey yapamayacağımızın bilincinde olmak çok önemlidir. Kafa, dünyaya geldiğinde bize zaten ne olacağını sunar. Onu uyandırabiliriz, ama içine yeni bir şey koyma şansımız yoktur.
(14) Burada, doğumun yalnızca belli şeyleri fiziksel-dünyevi varlığa getirebileceğini açıkça anlamamız gerekir. Kültürel gelişim süresince yüzeysel gelenekler yoluyla ortaya çıkan şeyler, ruhsal dünya için tamamen önemsizdir. Örneğin, bizim geleneksel okuma ve yazma yöntemlerimiz elbette çocuğun dünyaya getirdiği şeyler değildir (bunu daha önce başka bir bakış açısından da ele almıştım). Ruhlar yazmaz, okumaz. Kitap okumazlar, kalemle yazmazlar. Ruhların insan diliyle ya da yazıyla çalıştığı düşüncesi, sadece spiritüalistlerin bir uydurmasıdır. Konuşmanın ya da yazının içinde olan şeyler, yalnızca yeryüzündeki geleneksel olgulardır. Çocuğa ancak, bu geleneksel okuma-yazma sistemlerini entelektüel olarak öğretmek yerine, göğüs ve uzuvlar yoluyla yerleştirdiğimizde bir iyilik yapmış oluruz.
(15) Elbette, yedi yaşına gelene kadar çocukları beşikte bırakmış değiliz. Çocuklar bir şeyler yapmışlardır, yetişkinleri taklit ederek kendilerini bir noktaya kadar geliştirmişlerdir; bir anlamda kafa-tinleri uyanmıştır. Çocuklar ilkokula başladıklarında, kafalarında zaten uyanmış olan bu tini, geleneksel okuma-yazma öğretiminde kullanabiliriz. Ancak bu noktadan sonra, bu kafa-tinine zarar vermeye başlarız. Bu nedenle, iyi bir eğitim için, okuma-yazma öğretiminin sanata dayanması gerektiğini söyledim. Önce çizim, resim ve müzik gibi öğelerle başlamalıyız; çünkü bunlar insanın uzuv ve göğüs yönlerine etki eder, kafaya ise sadece dolaylı yoldan etkide bulunur. Fakat yine de kafadakini uyandırırlar. Eğer yalnızca geleneksel, entelektüel yöntemle okuma-yazma öğretirsek, kafaya adeta işkence ederiz. Eğer önce çocuğa çizim yaptırır ve sonra bu çizimlerden harfleri geliştirirsek, çocuğa uzuvlardan kafaya doğru öğretmiş oluruz. Örneğin bir "f" harfini gösteririz. Eğer çocuktan "f" harfine bakmasını ve onu kopyalamasını istersek, entelektüele etki ederiz, sonra entelektüel iradeyi eğitir. Bu yanlış yoldur. Doğru yol, irade üzerinden mümkün olduğunca fazla şey yaparak entelektüeli uyandırmaktır. Bunu ancak sanatsal yoldan başlayıp sonra entelektüeli şekillendirerek yapabiliriz. İlk öğretim yıllarında, çocukları ilk aldığımızda, okuma ve yazmayı sanatsal bir yolla öğretmeliyiz.
(16) Şunu fark etmelisiniz ki, siz çocuklara bir şeyler öğretirken, onların sizinle yaptıklarınız dışında yapmaları gereken başka şeyler de vardır. Çocukların, doğrudan sizin alanınıza girmeyen ama dolaylı olarak ona bağlı birçok işi vardır. Çocuklar büyümelidir. Büyümelidirler ve siz de onlara bir şeyler öğretirken bu büyümenin sağlıklı şekilde gerçekleşmesi gerektiğinin farkında olmalısınız. Bu ne demektir? Bu, öğretiminizle çocukların büyümesini engellememelisiniz demektir; çocukları büyümeyi sekteye uğratacak etkinliklere sokmamalısınız. Öğretiminiz, büyüme ihtiyaçlarıyla paralel ilerlemelidir. Burada söyleyeceklerim özellikle ilkokul yılları için çok önemlidir. Diş değişiminden önce kafadan gelen şey nasıl biçim yaratımıyla ilişkiliyse, ilkokul döneminde gerçekleşen şey de yaşamın gelişimidir—yani büyüme ve bununla ilgili her şey, ergenliğe kadar. Göğüs bölgesinden kaynaklanan yaşam gelişimi ancak ergenlikle tamamlanır. Bu nedenle, ilkokul sürecinde gelişim sırasında asıl ilgi alanınız insanın göğüs yönü olmalıdır. Çocuklara bir şey öğretirken, onların göğüs organizması üzerinden geliştiğini fark etmezseniz başarılı olamazsınız. Bir anlamda doğanın yoldaşı olmalısınız; çünkü doğa çocuğu göğüs yoluyla geliştirir—yani nefes alma, beslenme, hareket ve benzeri yollarla.
(17) Doğal gelişimin iyi bir dostu olmalısınız. Ama eğer bu gelişimi hiç anlamıyorsanız, ona nasıl iyi bir dost olabilirsiniz? Örneğin, büyümeyi yavaşlatmak ya da hızlandırmak için ruhtan nasıl faydalanacağınızı bilmiyorsanız, nasıl iyi bir öğretmen olabilirsiniz? Ruha etki etme biçiminiz, gelişmekte olan çocuklarda büyüme güçlerini bozma olasılığı yaratır—çocuklar çok uzun ve sıska olabilir, ki bu bazı durumlarda zararlı olabilir. Belirli bir ölçüde, çocukların büyümesini sağlıksız şekilde yavaşlatabilir, onları kısa ve bodur bırakabilirsiniz. Elbette bu sadece belli sınırlar içinde mümkündür, ama mümkündür. Bu nedenle, insanın büyümesiyle ilgili ilişkilere dair bir içgörüye sahip olmalısınız. Bu içgörü hem ruhsal hem de fiziksel bedensel açıdan edinilmelidir.
(18) Peki, ruhsal açıdan büyüme hakkında içgörü nasıl edinilir? Burada geleneksel psikolojiden daha fazlasına yönelmemiz gerekir. Daha bütüncül bir psikolojiden şunu öğrenebiliriz: İnsan büyüme güçlerini hızlandıran ve kişinin birden boy atıp sıska hale gelmesine neden olan her şey, belli bir anlamda hafızanın oluşumuyla ilişkilidir. Eğer hafızadan çok fazla şey beklersek, belirli sınırlar içinde, çocukları uzun ve ince hale getiririz. Eğer hayal gücünden çok şey beklersek, büyümeyi geciktiririz. Hafıza ve hayal gücü, insanın gelişimsel güçleriyle gizli bir şekilde bağlantılıdır. Bu bağlantılara dikkat edebilmek için uygun bir "göz" geliştirmeliyiz.
(19) Örneğin öğretmen, özellikle çocukların dokuz ve on iki yaşına girdikleri dönemlerde, okul yılının başında sınıfı bütünsel bir gözle görebilmelidir. Çocukların fiziksel gelişimini gözden geçirmeli, nasıl göründüklerine dikkat etmelidir. Yıl sonunda ya da bir başka dönemin sonunda, öğretmen bir kez daha gözden geçirmeli ve ne gibi değişikliklerin gerçekleştiğini fark etmelidir. Bu iki gözlemden çıkan sonuç şudur: Bir çocuk bu dönemde yeterince gelişmemiş olabilir, bir diğeri ise birden boy atmış olabilir. Öğretmen şunu sormalıdır: Bir sonraki eğitim yılında veya dönemde, bu anormallikleri dengeleyebilmek için hafıza ve hayal gücü arasında nasıl bir denge kurabilirim?
(20) İşte bu yüzden, çocuklarla tüm okul yılları boyunca aynı öğretmenin ilgilenmesi çok önemlidir ve her yıl farklı bir öğretmenin gelmesi fikri çok akılsızcadır. Ancak bunun başka bir yönü daha vardır: Her okul yılının başında ve her gelişimsel dönemin başında (yedi, dokuz ve on iki yaşlarında), öğretmenler çocukları yavaş yavaş tanımaya başlarlar. Bazı çocukların açıkça hayal gücü tipi, yani her şeyi yeniden yapılandıran türden olduğunu; bazılarınınsa hafıza tipi, yani her şeyi hatırlayan türden olduğunu fark ederler. Öğretmenlerin bu durumu da tanıması gerekir. Bunu, az önce sözünü ettiğim iki gözlem yoluyla fark etmeleri gerekir. Ancak öğretmenler bu bilgiyi dışsal fiziksel gelişim gözlemiyle değil, hayal gücü ve hafıza yoluyla çıkarım yaparak kullanmalıdır: Çocuk çok güçlü bir hafızaya sahipse aşırı hızlı büyüme gösterebilir mi? Ya da fazla hayal gücüyle aşırı bodur mu kalabilir? Bedenle ruh arasındaki bağlantıyı klişe bilgilerle ya da hazır jargonla anlayamazsınız; bunun yerine büyümekte olan insanda beden, ruh ve tin arasındaki bağlantıları gözlemleyebilmelisiniz. Hayal gücü fazla olan çocuklar, güçlü hafızaya sahip çocuklardan farklı şekilde büyür.
(21) Modern psikolojide her şey bitmiş kabul edilir. Hafıza vardır ve psikologlar bunu tanımlar. Hayal gücü de vardır ve bu da tanımlanır. Ama gerçek dünyada her şey birbirine bağlıdır ve bu bağlantıları anlayabilmeyi ancak onları kavrayışımızla içselleştirerek öğrenebiliriz. Bu da şu anlama gelir: Kavrayışımızı sadece her şeyi doğru tanımlamak için kullanmakla kalmayız; aynı zamanda kavrayışımızı esnek hale getirerek onun tanıdığı şeyi içten dönüştürebilmesini, kavramsal olarak değiştirebilmesini sağlamalıyız.
(22) Tin-ruh, doğrudan bedene kadar işler—öyle ki, beden üzerindeki etkiler aracılığıyla, örneğin sütle birlikte, doğa dehasının yaşamın başında çocuğu beslediğini söyleyebiliriz. Aynı şekilde, diş değişiminden sonra bizler de çocuğu ilkokul döneminde yavaş yavaş sanatla besleyerek büyütürüz. Çocuklar ilkokulun sonuna yaklaştıklarında başka bir değişim gerçekleşir: Bağımsız yargıları, kişilik duyguları ve bağımsızlık arzuları yavaş yavaş parıldamaya başlar. Bu durumu müfredat oluştururken dikkate alırız, böylece çocuğa girmesi gereken şeyi sunmuş oluruz.
Yorumlar
Yorum Gönder